Giriş katın bir altı: Bir medya şakası olarak ceza almak

Sınırlarla çevrili, tüm kuralların sizin ifade biçiminizdeki uygunluğa göre değiştiği, zihnin protesto ve karşıt görüş hızına hazırlıksız bir yayın algısı var ekranda...

Haberin Devamı

Yani senin cevabını beklemiyor hiçbir şey.
Çünkü sistem o anda değişmiş oluyor.
Böyle daha çok mu tutar diyorlar bilmiyorum.
Toplumların anında zaplama korkusundan gelen bir şey sanırım.
Bunu görmemek bu kadar imkansızken, hali hazırda hiçbir devrim gerçekleştirememiş bir TV makinesinden ekranın daha geniş olması dışında ne bekliyoruz ki...
Hangi tartışma programı objektif...
Hangi dayanışma programı barışçıl...
İnsanların zihninde yapıcı bir şey bırakma-yacaksa hangi ifade biçimi ve anlatılan hikaye unutulmaz...
Demek ki neymiş, kimsenin umurunda değiliz aslında.
Yalnızca bir haber değeriyiz bu dünyada.
Komşu bile komşunun önce günde kaç kere cama çıktığına bakar da çalar kapısını.
Önce önyargı sonra değer yargı ve en son değer verme.
Türkiye’de son yıllarda bir türlü yapılamayan araştırmanın sonucu size.
Buyurun.
Genellikle “dürüst olmam gerekirse” diye başlanılan bütün konuşmaların içeriği ne kadar “acı çektiğimiz”, ”kimin bize ne ettiği”, “ne kadar yenildiğimiz ama nasıl da ayakta durduğumuz” gibi şeyler.
Açıkçası bu bir toplumu değiştirmeyip, kastedilen her ne ise yalnızca onu hedefleyen bir konuşmaysa benim gibi insanlar bu kalıcı olmayan, bir şarkı bile etmeyen bu hikayelere pek takılmıyor.
Özellikle Türkiye, son birkaç yıldır karşısına dikilen bütün trajedileri bir başka trajik haberle alt edecek güçteyken.
Ne yazık ki.
Hal böyleyken...
Medyatik programların içerik bakımından, biraz reyting açısından hızını alamadığı, çarkın böyle işlediğini bildiğimiz bu körebe günlerinde, bir medya sunucusunun cezaevine girmeden önce yayın yapması, kendisinden bunun istenmesi ve belki de o yayının kendi hayatının merkezi olma durumu bana “Black Mirror” dizisini hatırlattı.
Her seride teknolojinin, iletişimsizliğin, hızın, strateji ve medyatik algının kişiyi ve sistemi nasıl yerle bir edebileceğini ve bunu nasıl normalleştirdiğini gösteriyor serileri.
Seren Serengil ve Gülben Ergen kavgasının bir türlü bitmediği şu günlerde aslında gidişat beni medyanın yıllar geçtikçe daha da sertleştiği üzerine düşündürdü.
Millet dün uyuduğu yastıkla çıkıyor televizyona “vallahi de evdeydim” demek için.
Savunmaktan bahsetmiyorum ama kendimizi koruyamadığımızı anlatıyorum bu durumlarda.
Konuyla zırnık alakam yok.
Açıp baştan sonra bu konuyu izleyemedim bile!
Bir alakam var ki o da kadın oluşum.
Bu, bana her iki tarafı da anlama yetkisini yüzde 1 milyon verir.
Peki bütün bu savaş benim yani bizim anlamamız için mi, hayır.
Sunucu hapse giriyor, saçları dökülüyor, gözleri doluyor. Hakkında konuşulan kadın çocukları için endişeleniyor haklı olarak, arabası çiziliyor mağduriyeti için adalete başvuruyor.
Topluma mal olmuş iki ünlü ve keyifli karakter birbirini acıtırken, Türkiye’de milletin can peşinde olduğu gündem varken medya ne diyor bu konuya...
Ne dediğini bilmem ama ne olduğu ortada.
Aylardır süren emekle içimizi karartan konu halini aldı. Kim sorumlu sizce?
Bu kadınlar kendilerini korumak değil de savunmak zorunda kaldıysa, suçlu demiyorum, sorumlu kimdir sizce?

 

Haberin Devamı

UBER KOBU

Haberin Devamı

Son yıllarda hayatımıza giren, sıkça kullandığımız bir uygulama Uber. Geçenlerde arkadaşımla bindiğim Uber şoförüyle İstanbul’un trafiğinde şahane bir sohbete daldık.
Türkçesine, genç yaşına, anlattığı hikayeye bakınca anladım ki uzun bir süre burada olmayan bir gençti.
Erkeklerin hitabı konusunda Türkiye riskli yıllarında. Böylesine şık bir dil kullanımı ve saygı, bazı sorular sormama sebep oldu.
Verilen cevaplardan derlemeler.
◊ Washington’da yaşamış uzun yıllar. Şimdi 30’larında. Beş bin dolarlı maaşı varmış, bilgisayar programcısı. Babası yaşlı. Oğlunu uzaktan sevmeye gönlü el vermeyince o da dokuz yıldan sonra kalkmış her şeyi bırakıp gelmiş.
“Ne kadar değişmiş burası, insanlar ne kadar bağırıyor birbirine. İnanın geceleri müşteri almadığım semtler var, korkuyorum” dedi ve ekledi: “Bu öfkeden korkuyorum”
◊ Bağdat Caddesi’nde oturuyormuş. Arabasına atlamış, sokaktan çıkarken başka bir araçla burun buruna gelmişler. Karşı araçtaki adam camı açıp ana avrat saydırmış. Şöyle cevap vermiş: ”Beyefendi alt tarafı arabalar burun buruna geldi. Neden bu kadar bağırıyorsunuz? Benim sizi nasıl özlediğimi biliyor musunuz? Kaç yıldır bu ülkeyi özleyerek nasıl çalıştığımı...”
◊ “Erkekler cinsellik konusunu ciddi bir başlık yapmışlar. Çıkıp kimseyle oturamıyorum. Normal bir sohbet neredeyse kalmadı. Kim kimi aldattı, kim ne kadar kazanıyor, kim iflas etti, kim intihar etti. Cinsiyet ayrımcılığı çok fazla. Eşcinsellerden uzaylı gibi bahsediyorlar. Amerika’da iç içe yaşarız biz. Utandım bu ayrımcılıktan.”
◊ Babasına demiş ki: Beni büyüsün de ülkesine faydalı adam olsun diye yolladınız yurtdışına. Şimdi size her şeyin nasıl olduğunu sorduğumda ‘Oğlum, ülkenin hali ortada’ gibisinden cümleler kuruyorsunuz. Ben bunun için mi bunca yıl ayrı kaldım... İnsanın değerlerine sahip çıkmasının yaşı yoktur...
◊ Dünyanın neresine giderseniz gidin İstanbul kadar güzel bir yer yok... Gitmediğim yer kalmadı. En güzeli İstanbul. Her şeye rağmen ayda 2500-3000 lira kazanmak için burada bu işi yapıyorum ve çok da mutluyum. Sadece yalnızım.
Neler neler... Bunu yazacağım dedim, yazdım...

 

 

 

 

 

Yazarın Tüm Yazıları