Ali’nin okulundan aradılar: “Ali hastalandı, şu anda revirde, midesi çok ağrıyor, bulantısı da var, gelip alın.” Bende bir panik bir panik! Ablamı aradım, kendisi doktor. Ali’yi okuldan aldırıp hastaneye yolladım, ben de ilk uçakla döndüm. Sonra muayeneler, tetkikler derken... sonuç reflü! Reflü aslında çok da endişe edilecek bir hastalık değil ama Aliş henüz 10 yaşında olduğu için epeyce üzüldüm. Anne olmak böyle ağır bir yük işte! O gece Ali’yi yanıma aldım, ağrısını kontrol ederim diye birlikte uyuduk. Uykuya dalmadan her gece yaptığım gibi dua ettim: Allahım oğullarımı koru... İşte aynı gece saat 01.00 sularında bizler sıcacık yataklarımızda uyurken onlar şehit oluyorlardı teker teker! Kimi saatler süren çatışmalar sonucunda, kimi yatağında gafil avlanarak... Sabah uyandığımızda 26 gencecik Mehmetcik’in şehit oldukları haberi bomba gibi düştü içimize. Yüreğimiz parçalandı. Bütün gün ne yaptığımı, nereye bastığımı bilemeden dolaştım. Ama asıl önemlisi o acılı, ciğeri yanan anaları düşünüp durdum. Kim bilir haberi vermek üzere evlerine gelen askeri görünce ne yaptılar? Ana yüreği işte, belki de gece o saatlerde içlerine bir sıkıntı düşmüştür, hissetmişlerdir kötü bir şeyler olduğunu. Evlerine Türk bayraklarını asarken, “Vatan Sağ Olsun’’ derken neden bizim oğlumuz, neden bizim fidanımız diye isyan etmiyorlar mıdır? 26 şehit... 26 acılı ana... 26 sönen ocak... Sönen umutlar, sönen gelecek... Sınırda ellerinde oyuncağını bile tutmadıkları, gerçek silahlarla, tüfeklerle bizim huzurumuz için nöbetteyken şehit düşen, hepsi evladımız, kardeşimiz yaşında gencecik fidanlar... Hükümet ne yaptı, ne yapmadı bu noktadan sonra sorgulamak için geç kaldık artık. Muhalefet ne yaptı? Geçelim artık bunları. Gizlisi saklısı yok, resmen bir iç savaş yaşanıyor doğuda. İnsanlar asker, sivil, kadın, bebek ayrım yapılmaksızın göz göre göre öldürülüyorlar... Vahşet, dehşet, ismini ne koyarsanız koyun, bu bir insanlık ayıbı. Peki ya bundan sonra ne olacak? Duymaya alıştığımız şehit haberleri ile ana haber bültenlerini seyretmeye devam edeceğiz. Gündem başka konularla başka yerlere çekilirken biz de günlük telaşımız içinde unutacağız olan biteni. Ta ki bir başka annenin kapısı çalınıncaya kadar... Ama artık şu da bir gerçek ki, gün nefret söylemlerinin değil, barış çağrılarının günü olmalı. Bundan önce nice hükümetler geldi geçti, kanayan terör yarasına ne yazık ki çare bulunmadı. Yıllardır savaş çağrılarının terörü engellemeye olumlu etkisi olsaydı, bunca yıl bu kadar çok kayıp, bu kadar çok acı yaşanmazdı. Bu iş ancak konuşarak, müzakereyle çözülebilir. Karşılıklı hesap sormalarla, kara ve hava harekatlarıyla bir sonuca ulaşabileceğini hiç sanmıyorum. Silahlar bırakılmalı ve konuşmaya başlanmalı.. Bana göre bunun başka bir yolu yok. Artık BIÇAK KEMİĞE DAYAND... Hepimizin başı sağ olsun, bu son olsun.