Duyguları bazen sözlerle ifade etmek çok zordur, özellikle de kalabalık kitleler için. O yüzden ezelden beri kutlamaları, doğumları, ölümleri birlik içinde müzikle paylaşır insanlar. Tabi bu duyguları ezgiye dökmek de sanatçının gücüdür ve bu konuda en güçlü sanatçılardan biri de tartışmasız Sezen Aksu. Hüznü, kederi, insanların dile getiremedikleri acılarını iliklerine kadar hissettirir.
Üç gün önce de alışılmışın aksine konserini iptal etmeyerek müziğin birleştirici gücünü kullandı hepimizin üzerinde. Her ne kadar yüzeysel, sert eleştirilere maruz kalsa da amacı çok netti:
“Artık birlik olmalıyız!! Neden sevincimizi hep birlikte göğsümüzü gere gere yaşıyoruz da acımızı yaşamaktan kaçıyoruz?? Konserler sadece eğlenmek için değil paylaşmak için de vardır!”
Herkesi silkeledi Sezen Aksu son konserinde; düşündü, düşündürdü, ağladı, ağlattı…
Yediğim lokma boğazımdan geçmiyor!
Söyledikleriyle tamamen benim duygularıma da tercüman olmuş…
Uzunca bir süre Amerika’da kalınca kendimi iyice oralı hissetmeye başlamıştım. Ama sağ olsun Isaac kasırgası beni çok güzel kendime getirdi. Evet, tam dönerken fırtınaya yakalandık!
Dönüş uçağımız Miami’dendi. Kasırgadan dolayı uçuşlar iptal edildi. Dönüşümüz de iki gün gecikti. Zaten her şey çok normal gidiyordu, bir macera yaşamadan dönmek bana yakışmazdı! Bu vesileyle Amerika’nın meşhur kasırgasını da görmüş olduk.
Bu arada bir şey fark ettim. Amerika’da devlet ve yerel yönetimler bu tip doğa olaylarına karşı çok titiz ve önlemci yaklaşıyorlar. Bizde ne sel baskınları oluyor, ne çatılar uçuyor, ne tekneler alabora oluyor ama kimsenin pek de umuru olmuyor. Amerikalılar günler öncesinden televizyondan saat başı uyarılarda bulunmaya başladı.
Aslında bize çok fazla bir fırtına ve yağmur denk gelmedi ama onun heyecanı fazlasıyla yetti.
Kafamda yüzlerce fikirle, elimde onlarca kitapla uçaktan inip hemen aldıklarımı ofisime yerleştirdim. On saatlik uçuştan sonraki enerjimi herkes hayretle izledi. Paylaşacak, dinletecek, gösterecek, anlatacak o kadar çok şeyle dolmuşum ki!
Savaşta ezilen kadınlar
Sizinle de ilk olarak izlediğim filmi paylaşayım, “The Flowers of War”.
Newport deyince aklıma ilk gelen şey Amerikan gençlik dizisi “The O.C”. Arada bir göz attığım dizi orada geçiyordu. İnsanların dünyada hayal edilebilecek bütün zevkleri günlük hayatlarında rutin olarak yaşamalarına, canları sıkıldıkça sahilde gezip sörf yapmalarına bayılmıştım dizide... Evler ne kadar güzeldi. Malikaneler, kocaman bahçeler... İşte tam da oralardaydım bu hafta.
Newport, eski dönemde Amerika’nın en zengin ve en aristokrat ailelerinin yazlık evlerinin olduğu yermiş. Bahsettiğim yıllar 1800’lerin sonu ve 1900’lerin başı. Vanderbilt ve Rosecliff gibi büyük ve köklü ailelerin muhteşem malikaneleri şimdi müze olarak değerlendiriliyor. Biz de sekiz evden ancak Breakers ve Marble House’u gezebildik. Breakers’da Kontes Slyvia’nın çocukları hala halka açık olmayan üçüncü katta yaz tatillerini geçiriyorlarmış.
Aman Allah’ım o ne ihtişam, o ne zenginlik… Kuzenim Filiz, evin ortasındaki büyük mermer merdivenlerden adeta baloya davet edilen bir genç kız edasıyla parmaklarının ucunda inince hepimizin gülmekten gözlerinden yaşlar geldi.
Bölge ayni zamanda 200 yıllık Amerika tarihini gözler önüne seren onlarca park ve bahçeyle dolu. Newport, küçücük sevimli otelleri, taze ve lezzetli deniz ürünleri restoranlarıyla mutlaka görülmesi gereken bir yer.
Oradan Cape Cod’a geçtik. Cape Cod tıpkı bir film platosu, ya da masallardaki sahil kasabalarından... Yelkenlileri, motor yatları, uçsuz bucaksız plajlarıyla hayatın yavaş aktığı yerlerden. Evlerin hepsinde grinin tonlarında ahşaplar, bembeyaz panjurlar, önlerinde geniş verandalar… Kennedy ailesinin yazlık evleri de oradaymış. Hatta o evlerden birisi JFK Müzesi olmuş.
Müzede Kennedy ailesinin hiçbir yerde olmayan fotoğraflarını görünce Jackie’yi o verandada gözünde güneş gözlükleri ve boynunda ipek eşarbıyla kitap okurken hayal etmemek mümkün mü? !
Ronaldo Heyecanı
Geçtiğimiz pazar sabahı çoluk çocuk toplandık, gittik Harlem’e. Adı Amerikan sivil haklar mücadelesi, zenci hakları ve dünyaca ünlü müzisyen ve sporcularla anılan Harlem, yüzyıllardır siyah Amerikalıların merkezi olmuş. Bill Clinton da geçtiğimiz yıllarda evini bu semte taşıyınca iyice popüler olan bölgeyi ben de çok seviyorum. Bu arada geçenlerde New York Times’da okudum, Harlem’in beyaz nüfusu siyah nüfusunu geçmiş. Bunda eminim ki Clinton’un oraya taşınmasının da rolü büyük olmuştur.
Gospel coşkusu
Sabah erkenden Harlem’in en büyük kilisesi Abyssian ın yolunu tuttuk. Epeyce bir sıra bekledikten sonra Gospel’i izlemek üzere yerlerimizi aldık. Gospel, siyahların Afrika kültüründeki dans, çığlık atma ritim tutma gibi ögeleri dualarla karıştırarak daha neşeli ve coşkulu ayinlerine verilen ad. Gençlerin ellerini çırparak, ayaklarını yere vurarak yaptıkları show çok etkileyiciydi. Ali ve yeğenim Diyar kiliseden çıktığımızda hala dans ediyorlardı.
Oradan istikamet Harlem’in en meşhur restoranlarından Red Rooster yani “Kırmızı Horoz” ... Mükellef bir brunchdan sonra biraz Harlem sokaklarında turlayıp sokaklara taşan blues ritimleriyle keyiflenip döndük evimize.
Kulaklık çılgınlığı
Bu arada dikkat ettim de sokaklarda çıtları çıkmıyor gençlerin. Hepsinin kulaklarında kocaman birer kulaklık, İ-pod’larına ya da telefonlarına takıp çıkıyorlar sokağa. Aman Allah’ım inanamazsınız nasıl moda o kulaklıklar burada. Markası BEETS. Dr. Dre adında bir DJ tasarlamış bu kulaklıkları. Sadece gençler de değil, kadını erkeği, genci yaşlısı… herkes kuyrukta bu kulaklıklardan alabilmek için. Bedava da dağıtmıyorlar hani 200-600 USD arasında değişiyor fiyatı.
Doğu nehrine yakın eski bir town house’da çoluk çocuk bir yandan okullar, öte yandan konserler, sergiler, dolu dolu geçiyor günlerimiz. Bu arada senelerdir New York’a gelir giderim bu sefer gördüm ki Türkiye’miz hiç olmadığı kadar popüler. Beşinci caddede boylu boyunca yer alan mağazaların eskiden yüzümüze bakmayan satıcıları “Türkiye, İstanbul” deyince çığlıklar atıp iltifat yağmuruna tutuyorlar bizi. Bu arda nasıl bir Behlül ve Bihter çılgınlığı var anlatamam. Ask-i memnu burayı da kasıp kavuruyor. Herkes bize dizinin sonunu soruyor. Benim cevabim ise kısa ve net: Mutlu son beklemeyin...!
Abercrombie çılgınlığı!
Burada da hava çok sıcak ve nemli. Klimasız yaşamak mümkün değil. Ama buna rağmen şehirde çok fazla turist var. Konserlere, restoranlara yer bulmak imkansız. Bu yıl New York’u ziyaret eden turist sayısı 55 milyonu bulmuş! Aksamları Times Square’de yürünmüyor. Herkesin eli kolu alışveriş poşetleriyle dolu. Abercrombie’nin önü sabah 10’dan itibaren kuyruk. İnsanlar hiç de ucuz olmayan markadan t-shirt, eşofman alabilmek için saatlerce bekliyorlar. Bu arada mağazanın “unisex” yani hem kadına hem de erkeğe uygun bir parfümü var, çok meşhur… Onu da mağazanın kapısından dışarıya veriyorlar, aman Allah’ım nasıl bir davetlarlıktır… Nasıl bir pazarlama stratejisidir...Bütün kaldırım buram buram Abercrombie kokuyor. Bir de mağazanın kapısında çok genç ve yakışıklı mankenler üstleri çıplak, altlarında dar jean pantolanlar etrafa bakıyorlar, kızlar da onlarla fotoğraf çektirmek için birbirleriyle yarışıyorlar.
Bu New York başka bir dünya…
Şehirde aktivite bitmiyor. Çarşamba akşamı Central Park’ta Metropolitan Operasının yaz konserine gittik. Çimlerin üzerine örtümüzü serdik, piknik sepetimizden sandviçlerimizi, meyvelerimizi çıkarttık, bir yandan yıldızların altında “la traviata” yı dinledik öte yandan yemeğimizi yiyerek harika bir gece geçirdik. Central Park’ta her yaz düzenlenen konserlerin devamı gelecekmiş, New York Filarmoni orkestrası, Jazz Band... Hiçbirini kaçırmamak lazim.
Bu arada bütün vitrinlerde sonbahar-kış koleksiyonları çıkmış bile... Bu sıcakta kaşmir palto, yün kazak nasıl denenir bilmiyorum!
Elim, kolum, her şeyim; telefonum…
Bu kadar uzun süre New York’ta iken Türkiye ile iletişim için de tek bir çarem var: Mail, mesaj, sosyal medya, internet... yani telefonum. Elim ayağım her şeyim. Ama gel gör ki ben buraya gelmeden birkaç gün önce asistanımın da zoruyla yıllardır kullandığım Blackberry’ye veda ederek Samsung’un yeni çıkan telefonunu aldım. Açıkçası hala da alışamadım. Zaten teknoloji sürekli zorluyor insanı belli bir yaştan sonra… Elimi kaldırıyorum farklı bir uygulama, gözümü kırpıyorum farklı bir özellik, inanılacak gibi değil. Özellikleri hayli fazla olan bu telefona ya mecburen alışacağım ya da dönüşte her ne kadar pili yarım günde bitse de Blackberry’me geri döneceğim.
Ne güzel sofralara lezzet, bereket de geliyor. Gerçi günler çok uzun, hava çok sıcak. Oruç tutmak bu sıcakta pek de kolay olmayacak. Benim çocukluğumdaki yaz ramazanlarının birinde annemleri razı ederek tuttuğum oruçta dilim damağım kurumuştu iftar saatine yakın. Onun için bolca su içmeli iftarda ve sonrasında. Ben siz bu satırları okurken New York’ta olacağım. Oğlanların yaz okulu için orada bir ev kiraladık. Kuzenim Filiz ile kızı da geliyor, çoluk çocuk hep birlikte bir süre New York’tayız. Öte yandan eş dost bir araya gelip keyifle yapılacak iftarları kaçıracağıma da yanıyorum doğrusu.
Bizim mutfağımız çok zengin
Nasıl zevkle hazırlanır şimdi o sofralar… O kadar zengin ki mutfağımız, sayısız seçenek içinden karar veremez insan. Dünyada bir çok yer gördüm mesleğim icabı. Her gittiğim yerde de mutfakları detaylı inceledim. Ama hiçbir yerde bizim mutfağımızın lezzetini zenginliğini göremedim. Çoğu kez de konuşulur bu Türk mutfağının yeterince tanınmadığı, bir türlü marka olamadığı konusu. Sevgili İzzet Çapa da konuk olduğu bir TV programında bu konuyu gündeme getirmiş.
Gurmelerimize de sormuşlar Türk mutfağının neden marka olamadığını, hepsi de çok güzel yanıtlamış.
Devlet tarafından tanıtılmıyor
Turistlere her şey dahil tatil köylerinde sunulan açık büfe yemekler Türk mutfağı sanılıyor. Diğer dünya mutfaklarının aksine Türk mutfağı devlet tarafından tanıtılmıyor, eğitimi verilmiyor. Tariflerimiz tarih içinde kaybolmuş, tam anlamıyla korunmamış, yaşatılmamış. Mutfak, gerçekten bir yaşam tarzı, bir kültürün en önemli belirleyici noktasıdır. Bir ülkenin mutfağının tanınması için öncelikle tüm kültürünün, tarihinin, duruşunun tanınması gerekir. Tamamen özdeşleşmiştir çünkü mutfak o ülkenin yaşam tarzıyla.
Ama ünlüler için denizin, güneşin tadını çıkartmak hiç de kolay değil. Çok büyük bir dert var başlarında. “Selülitlerinin görüntülenmesi...” Sen git Türkiye’nin en popüler, en kalabalık “Gelin, beni çekin!” koylarında güneşlen, denize gir, sonra seni görüntülesinler. Ne büyük haksızlık... Vücudunun her yanına havuç yağı sürüp saatlerce güneşlendikten sonra “Eyvah! neden yandım ben” demek gibi bir şey bu... O kadar bakir koylarımız, sakin kıyılarımız varken, illa magazin havuzuna girenler kendileri istiyorlar görüntülenmeyi besbelli... Türkbükü’ne giden, Aya Yorgi koyunda denize girenin fotoğrafı çekilecek başka yolu yok. Gülben Ergen’in görüntüleri haftalarca ne kadar konuşuldu biliyorsunuz. Hülya Avşar’ın bikinili fotoğraf misillemesi de keza...
Şimdi de denizden yatına binerken görüntülemeye kalkmışlar Hülya’yı. O da kaptandan şortunu alıp giymiş, öyle çıkmış denizden, bir de nanik yapmış üstelik... İşte en çok hoşuma giden de bu. Gazeteciler onunla uğraşıyor, o da gazetecilerle uğraşıyor ve de çok eğleniyor... Kedinin fareyle oynadığı gibi. Her şeyin muzurca keyfini çıkarıyor, bravo valla...
İşte bu kendine güvenen birinin yapabileceği bir şey sadece. Herkesin kendini sağlıklı ve güzel bulduğu kiloda yaşaması gerekiyor. Hülya da gayet farkında ne kadar güzel olduğunun, gerisi palavra. Zaten dünyanın sıfır beden sevdası da değişiyor yavaş yavaş. Bir araştırmaya göre kadınların kendi beden ölçülerindeki kıyafetleri başkalarının üzerinde gördükten sonra alma olasılıkları iki kat artıyormuş. Yani büyük beden mankene de fazlasıyla ihtiyaç duyuluyor. Türkiye XL manken ihtiyacını başka ülkelerden karşılıyormuş. Yok artık, buna da asla izin vermeyiz! Haydi uzun boylu “balık etli” kızlar! Meydanı boş bırakmayın... Aslında şaka bir yana bu habere en çok sevinenlerden birisi de benim!
NİLÜFER’İN DÖNÜŞÜ
Yıllarca hep aynı kalan, asla yaşlanmayan, olağanüstü sese sahip Nilüfer’in hayatının en zor, en meşakkatli zamanları geride kaldı. Ne kadar önemli bir şey insanın hayatına vefalı, candan dostlar, hayat arkadaşları sokabilmesi. Nilüfer bunu çok iyi başarmış. Eski hayat arkadaşı Reha Muhtar’ın köşesine yazdığı “Kızımın annesine ihtiyacı var” sözleri çok anlamlıydı. Birlikte oldukları dönemde Ayşe Nazlı’yı evlat edinen, sonraki süreçte ayrılmalarına rağmen Ayşe Nazlı’nın babası olmaya devam eden Muhtar, hayata farklı pencereden bakan biri. Dostlarının ve Latif Demirci’nin de kendisine hastalığı süresince ne kadar destek olduğu ortada. Yakınlarının desteği ömrüne ömür kattı sanatçının ve üstesinden geldi kanserin. Bu hastalıkta moralin ne kadar önemli olduğunu da bir kere daha gösterdi.
Geçenlerde Ankara’da sahneye çıkıp hasret giderdi sevenleriyle. Eylül’de yine izleyeceğiz Nilüfer’i Ankirock Fest 2012’de. Geçmiş olsun Nilüfer, Eylül’de yine bekliyoruz seni...
DOYA DOYA LİMONATA
Buz gibi naneli zencefilli taptaze bir limonata ne kadar güzel gider bu sıcakta, ama doğalı olacak. Tek sorun içine normal şeker koysan çok kalorili, tatlandırıcılı olunca da doğallığını yitiriyor. Biz bu hafta Tarabya plajında açtığımız şubenin hazırlıklarıyla uğraşırken buna çok güzel bir çözüm bulduk. Beş limonun suyuna bir bardak aktarlardan aldığımız hurma suyu ekledik. Çok lezzetli oldu. Bu arada en sağlıklı limonatayı da yapmış olduk. Bence siz de deneyin...