Paylaş
İnsan, doğuştan muhtaç yaratılmıştır, hem de yaratılmışların en muhtacıdır. Ve üstelik bu ihtiyaçlarının bir kısmını (hayati olanları) karşılayamadığı takdirde ölür.
Bunun için de çalışmak zorundadır. Hazırda bulsa dahi, bunları tüketirken bile belli bir gayreti sarf etmesi gerekir.
İnsan ruh ve maddeden yaratılmıştır; yaratılışında ruh asıldır (sınırsızdır), ete kemiğe bürünen maddesi ise dünya şartlarına göre dizayn edilmiştir. Yani sınırlı ve ölümlüdür. Dolayısıyla insanın manası (ruhu) maddesinden daha baskındır, zira asıl cevher olan ruhtur ve ölümsüzdür.
İnsanın manevi latifesi olan kalp de tıpkı beden gibi gıdayla (manevi) yaşar, gıdasız kalınca da ölür.
Yaratılışı itibarıyla, insanın eşref-i mahluk olması (en üstün yaratılan), ihtiyaçlarının çok fazla olmasındandır.
En üstün, en yetkin ve en yoksun! (İslam büyükleri; ‘Biz Rabb’imizi zıtları bir arada yaratmakta bulduk’ diye boşuna dememişler.)
Elbette her şey, zıddıyla kaimdir ve üstelik tüm zıtlıklar birbirine muhtaçtır.
Şair ne güzel ifade etmiş: ‘Zıtlar arası ahenk, af ve günah yarışta;
Bütün zıtlar kavgada, bütün zıtlar barışta...’ (N. Fazıl)
Yeri gelmişken şu menkıbeyi yazmakta fayda var: Sümbül Sinan Efendi bir gün, öğrencilerine sorar: Cenab-ı Hak bu kâinatın idaresini size vermiş olsaydı ne yapardınız? Onlar da düşünüp farklı farklı görüşlerini dillendirdiler. ‘Bütün kötülükleri yok ederdim’; ‘Tüm asileri cezalandırırdım’; ‘Tüm hastalıkları ortadan kaldırırdım’... vb.
Öğrencilerinden biri, başını önüne eğmiş, yalnızca susup oturuyordu. Bu durum, Sinan Efendi’nin dikkatini çekti, direkt olarak ona sordu: ‘Evladım! Ya sen ne yapardın?’
Yüzü kızaran genç, büyük bir mahcubiyet içinde: ‘Efendim; bu kâinatın idaresinde bir noksanlık mı var ki, ben farklı bir şey yapabileyim? Kâinattaki bu ilahi düzen kusursuz bir şekilde işlerken ben, aciz, sınırlı aklımla, şunu, şöyle yaparım diyebilir miyim? Ne haddime!’ dedi.
Çok memnun kalan Hoca, talebesi Musa Muslihiddin’e; ismini unutturacak olan ve onun, ‘Merkez Efendi’ ismiyle anılıp hürmet görmesine ve asırlarca hayırla yâd edilmesine işaret eden şu tespiti yapar:
‘İŞTE ŞİMDİ İŞ, MERKEZİNİ BULDU!
İnsan, yaratılışı itibarıyla küçük kâinattır, tüm evrenin özetidir, hülasasıdır.
İki kanatlı kuş olan insanın mutlu olabilmesi, maddesiyle olduğu kadar, manasını (kalbini, ruhunu) da doyurmasıyla, tatmin etmesiyle mümkündür.
Oysa günümüz insanına baktığımızda, maddesiyle alabildiğine doyup oburlaşan (obez), manasıyla ise büsbütün aç kalan tek kanatlı bir kuşu görürüz.
Ne yapsak, ne etsek, bu kuşu uçuramayız; onu mutlu edemeyiz.
Böylesi insan, dünyanın bütününe sahip olsa da manen ölü candır.
Ölü canlar dünyasında herkes, birbirinin hakkına musallattır. Daha iri olanlar, küçük olanları yutar.
Ve altta kalanın canı çıkar.
Manevi olarak tok olabilmenin yegâne ilacı ise kendisini yaratanı hatırlaması ve onu yâd etmesidir. Zira kalpler ancak Yaradan’ın hatırlanması ve anılmasıyla huzura kavuşur.
Üç günlük dünya hayatı için; dünyaları imar ve keşfeden, koşup didinen, çabalayan; sonra da tüm yaptıklarını bir çırpıda tüketen, yakıp yıkan, tarumar eden insan; sonu olmayan gerçek hayat için ne yaptı?
Cennetini veya cehennemini oraya götürürken sırtına yüklendiği yüküne dönüp baktı mı?
‘...Ben neyim ve bu hal neyin nesi? Yetiş yetiş ey sonsuz varlık muhasebesi!’ diyebildi mi?
Paylaş