Yemekten sonra Ziya’ya gidip ütü yaptıracağım

Eski, çok eski dört arkadaş, aylar sonra bir araya geleceğiz.

Öğle yemeği için.

Ülker bir gün önce arayıp Park Şamdan’ın adresinin değişip değişmediğini soruyor.

Merak etme yerine henüz alışveriş merkezi yapılmadı, bıraktığın yerde, bıraktığın gibi duruyor diyorum.

Buluştuk.

Şamdan sakin.

Biraz ileride kolalı gömleklerinden ve suratlarına iliştirdikleri ciddiyetten işadamı oldukları anlaşılan kalabalık bir grup, arkamızda harıl harıl konuşan bir çift, beride alışveriş yorgunu iki kadın, içeride müdavim olduklarını bildiğim birkaç kafadar, bir de biz o kadar.

Sarılıp öpüşme, hal hatır sorma faslı derken garson mönüyü getiriyor.

Tıp!

Çıt çıkmıyor.

Gözlükler takıldı, gelen sanki mönü değil de Lahey Adalet Divanı raporuymuş gibi, didik didik incelenmeye başlandı.

Aslında Şamdan’a gidenler yemek seçmezler.

Herkes ne yiyeceğini önceden bilir: Kimi ıspanak köküne tutkundur, kimi külbastı der başka şey demez, kimi ölür de kebabından vazgeçmez ama bu kez farklı.

Mevsim değişti, seçeneklere turfanda sebzelerle bir süre önce konuk şef olarak Şamdan’a gelen Paris’teki La Maison Blanche’ın şefinin yemekleri de eklendi ya, pür dikkat okumamız bundan.

Benim aklım konuk şefin önerdiklerinde, ama Blanquette ağır mı gelir, güveç fazla, ördek nasıl ola ki sorularına bir türlü cevap bulamadığımdan oyalanıyor, sonunda adı uzun kendi kısa bir yemekte karar kılıyorum: Buharda pişmiş şampanya soslu kerevitli levrek.

Aslında ismi daha da girift, içinde yağda çevrilmiş kuşkonmaz ve levreğin pazılı yatağı da var ama kendi piyata tabakta gelen ve rejim ahdı içen benim gibilere bile suçluluk duygusu hissettirmeyen bir nefaset.

Ülker ile benim dışımda Fransız’a yüz veren yok: Biri her zamanki gibi külbastısını seçmiş, diğeri her zamanki gibi ızgara tavuğunu söylemiş, ikimize de nereden çıkarttınız bu çetrefil mereti bakışlarıyla bakıyorlar.

Laf ister istemez yemeğe geliyor.

Alaturka yemeklere... Alafrangalara... Füzyona... Uzakdoğu’ya...

Bir yandan yiyor, bir yandan yemek konuşuyoruz.

Sonra yemek yerken bile yemek konuştuğumuzun farkına varıyoruz.

Rezalet.

Bundan otuz yıl önce aynı grup, aynı masanın etrafında otursak neler konuşurduk kim bilir?

Kim bilecek, biz biliyoruz.

Yüksek sesle değil, içimizden, bizden de geçti artık diye düşünüyoruz.

İşte tam o sırada biri öğleden sonra ne yapacağımı soruyor.

Ziya’ya gideceğimi söylüyorum. Hangi Ziya diye soran bakışlar. Şaylan diyorum.

Soru aynı anda geliyor: Ne yaptıracaksın?

Merakları daha da kamçılansın diye ütü diyorum.

İşte al sana genç yaşlı, hangi yaşta olursan ol hiç değişmeyecek kadın muhabbeti.

Ziya ve eşi yani Ziya ve Lale Şaylan benim eski arkadaşlarım.

Ziya Doktor. Cerrah. Uzmanlık alanı plastik cerrahi.

Anladınız mı muhabbetin içeriğini!

BÜTÜN YAZDIKLARIM İÇİNDE EN ÇOK OKUNAN O YAZI OLDU

Ziya hayatta tanıdığım ender nevi şahsına münhasırlardan biri.

Cerrah olmasına cerrah, ama gerekmedikçe ameliyat yapmayan bir cerrah mesela.

Gereklilik de ona göre, kendine bakan bir kadın için neredeyse yaşlılık sınırında başlıyor.

Dünyadaki plastik cerrahinin artık ameliyatı son çare olarak gördüğünü, sistemin neştersiz gençleştirme üzerine kurulduğunu, çağımız kadınının ameliyat sonrası ağız burun bir yanda eve kapanmaktan hoşlanmadığını, zaten böyle bir zaman da bulamadığını, doğal görünümün git gide daha da önemsendiğini, kimsenin genç görüneceğim derken gülünç olmak istemediğini söylüyor.

Milyarlarca doların döndüğü bu dev piyasada kadınların taleplerini bilen firmaların yeni arayışlara yöneldiğini özellikle de Amerikalı ve İsrailli bilim adamlarının yıllar süren araştırmalardan sonra gerçekten işe yarar makineler keşfettiklerini anlatıyor. Her geçen gün de keşfettikleri makineleri geliştirdiklerini.

Uzun yıllar Düsseldorf’ta yaşayıp çalıştıktan sonra gelip burada muayenehanesini açtı ve iki yıl gibi kısa sürede kendine haklı bir ün yaptı.

Çorbasında bir tutam da olsa tuzum var. Geçen yıl sanırım gene bu aylarda öncülerinden olup bana da uyguladığı thermage tedavisinden söz eden bir yazı yazmıştım. Herhalde bütün yazdıklarım içerisinde en çok okunan yazı o oldu. Bugün bile yolda çevirip soruyorlar: İşe yaradı mı yaramadı mı? Yaradı.

Ne oldu derseniz, tek tek sayılacak şeyler değil. Ama en azından bende, benim yüzümde öncesi ve sonrası fotoğraflarında görülen bariz bir değişim var.

Daha mı gergin, daha mı dolgun, daha mı parlak bilmiyorum, ama daha mutlu bir yüz olduğu kesin.

İşte bu thermage makinesinin bir eksiği varmış ki, ciltteki bağ dokusunu güçlendirip yüzü içeriden beslediği halde derideki gözeneklerle, lekelere çare değilmiş.

O yüzden de adamlar bu sorunu giderecek yeni bir lazer aleti geliştirip adına Matisse demişler.

İki ay kadar önce Ziya aradığında, Lale ile ikisini görmek için kalkıp Fulya’ya gittim.

Akşam olmuş, uzun süredir görüşmemişiz, niyetim onları da alıp çıkmak, birlikte bir yere gidip şarap eşliğinde çene çalmak.

Ne mümkün.

Eninde sonunda gideceğimiz yere gittik, ama önce ister istemez Matisse’i denedik.

Ziya’nın kötü bir huyu var: İki kolunu koca koca açıp gelir öper, sonra kafasını şöyle bir geriye çekip yüzünüzü inceler.

Parmak kalkar da alnınıza, şakağınıza, yanağınıza konarsa bilin ki orada bir terslik var.

O gün ben sınavdan geçtim mi kaldım mı içim pır pır beklerken, o parmak kalktı ve yıllardır benimle yaşayan, yaz dedin mi kaybolan kış dedin mi ortaya çıkan iki kahverengi lekeye değip Matisse’in durduğu odayı gösterdi.

Bu Matisse dedikleri makine hamarat ev kadınları gibi.

Göz açıp kapayana kadar ortalığı temizliyor, ütü yapıyor, yirmi dakikada işini tamamlıyor.

Ahlayıp puflaması da yok.

Kendisiyle üçüncü ve son randevum da işte Park Şamdan sonrası.

Bunları anlatıyorum.

BAŞ DÜŞMAN SELÜLİT İÇİN VAR MI BİR ÖNERİSİ

Yemek yerken konuşulan yemek faslı bıçak gibi kesiliyor.

Önce Matisse’e dair, sonra Ziya’ya sormam istenilen sorular peş peşe geliyor.

Evvel emir baş düşmanımız selülit için var mı bir önerisi?

Ziya dediğim gibi nevi şahsına münhasır adam: Doğrucu Davut ya, henüz kalıcı bir tedavi yöntemi geliştirilmedi dedikten sonra Japonya’da Takasuma adlı bir doktorun yeni çalışmasından söz ediyor.

Çok yeni, yeterince denenmemiş bir yöntem, geçiniz bir kalem.

Peki ne yapılacak? Ne yapılıyorsa sürekli yapılacak.

Karın, kalça, popoda biriken yağlar için ise tablo pembe. Çaresi var düzeltiliyor.

Ama mucize Honolulu kıyılarındaki mercan adalarından elde edilen bir maddede: Çeneniz mi küçük? Geçirdiğiniz ameliyattan sonra burnunuz mu göçük, artık şıpın işi hallediliyor.

Bir de boyun ve eller faslı var ki, işte o tablo pespembe.

Sorularım bittikten sonra gel seninle bir fotoğraf çektirelim diyorum.

Hayırdır inşallah der gibi yüzüme bakıyor.

Lekelerimle vedalaşma anısına diyorum.

Gülüyor.

Yazacağımı bilmiyor.
Yazarın Tüm Yazıları