PaylaÅŸ
Philippe’in burada olduğu süre içerisinde akşam programları yoğun ve yemek ağırlıklı olduğundan öğle yemeğini hafif atlatmaya çalışıyoruz. Gezindiğimiz mahallelerde gözümüze kestirdiğimiz bir kafe ya da bir lokantaya giriyor ufak tefek birşeyler atıştırıyoruz. Bir salata, önü arkası olmayan tek bir yemek, hızlıca yiyip çıkıyoruz.
Ama ne yersek yiyelim Philippe yediklerimize bir kadeh şarabın eşlik etmesini istiyor haklı olarak. Adam Fransız ve bütün Fransızlar gibi öğle yemeği dendi mi yediği ister salata ister makarna olsun yanında şarabını da içecek.
O yüzden ‘aile’ lokantası denilen ve aile demenin içki servisi yok demek olduğu yerlerden uzak duruyor, onu bildiğim adreslere götürüyorum.
Hızlı ve hafif bir öğle yemeğinde koca bir şişeyi içip bitiremeyeceğimize göre bardakta şarap istiyoruz.
Eskiden olduğu gibi açık satılan şarabın tek bir markanın tek bir seçeneği olmamasına sevinse de kadeh fiyatları karşısında dili tutuluyor. Sıradan bir şarabın tek bir kadehine dokuz euro civarında bir para ödemeyi aklı almıyor. Ona şarap ve her türlü içkideki fahiş vergilerden ötürü fiyatların bu kadar yüksek olduğunu anlatmaya çalışsam da anlamıyor. Bizim burada kadehi için ödediğimiz para onun orada düzgün tabir ettiği bir şişe Bordeaux’ya ödediğinin iki katı çünkü. Ama asıl itirazı sunulan şarabın miktarına.
Gerçekten de Fransa’da tek kadeh şarap istediğinizde garson önünüze hemen her kafede aynı büyüklükte olan ve balon tabir edilen bir kadeh getirir ve kadehi dudak payı bırakmamacasına doldurur. Ölçü budur çünkü. Azı çoğu olmaz.
ÅžARAP KADEHÄ°NDE YASAL MÄ°KTAR NE KADAR
Oysa burada her mekan kendine göre bir miktar belirlemiş sanki. Ya hiçbir şarap severin hazzetmediği iri ötesi kadehlerde konyak servisi gibi iki parmak, ya normal bir kadehin ortasına kadar doldurulmuş olarak servis ediliyor açık şaraplar.
Bir iki yerde konyak muamelesi gören şarabımıza itiraz ediyor ve garsonlardan kadehi doldurmasını istiyoruz: Haylazlık yaparken suçüstü yakalanmış çocuklar gibi gülümsüyor ve gık demiyorlar.
Ama namı İstanbul’u tutmuş bir kafe zincirinde şansımız yaver gitmiyor.
Asık suratlı bir teres, kadehlerimize göz ucuyla şöyle bir baktıktan sonra terslenerek yasal miktar bu kadar diyor.
Yasal miktar o kadarmış. Peki yasadışı miktar ne kadar diye soruyorum, cevap vermeye tenezzül etmeden dönüp gidiyor. Bu terbiyesizliği adamın hödüklüğüne verdiğimden kafenin adını yazmıyorum ama iddialı bir mekanın böyle servis elemanlarını eğitip törpülemeden nasıl olup müşterinin karşısına çıkardığını da anlamıyorum. Her gün huyu suyu farklı yüzlerce insanla haşır neşir olunan bu tür işler ince işlerdir çünkü.
Adı üstünde, servis vereceksin.
İstesen de istemesen de, atalarının paftalayıp astığı şiara riayet edeceksin.
Müşterinin velinimet olduğunu bileceksin.
Ä°kinci ÅŸikayet hem onun hem benim.
LOKANTADA ÅžAHANEÂ OLAN TEK ÅžEY MANZARA
Pazar gün öğle yemeği için hem İlber Ortaylı’yı ziyaret etmek hem de birkaç arkadaş birlikte yemek yemek için Topkapı Sarayı’na gidiyoruz. Nasıl güzel bir hava, nasıl güzel bir manzara anlatılır gibi değil. İlber’in odasında mis gibi kahvelerimizi içtikten sonra yemek için sarayın tek lokantası Konyalı’ya geçiyoruz.
Lokantadan görünen manzara o kadar büyüleyici, o kadar şahane ki gözümüzü manzaradan almak ne mümkün.
Ama lokantada şahane olan tek şey ne yazık ki o manzara.
Bildiğim kadarıyla Topkapı Sarayı bu ülkenin en fazla ziyaretçi akınına uğrayan tarihi mekanı.
Kafileler halinde gelen turistlerden tutun da devlet adamlarına kadar şehre adım atan her yabancının ve bir o kadar da Türk’ün gidip gezdiği sarayın tek oturulacak, yemek yenilecek lokantasının böyle köhne olmaması gerektiğini düşünüyorum.
Yemeklerine sözüm yok.
Yemekler fena deÄŸil.
Ama fena olmaması yetmez.
Bir saray lokantasında yemek dediğin mükemmel olmalı, gelen Türk mutfağının en leziz yemeklerini tatmalı, boğazından geçen tek lokmayı unutmamalı. İç pilavlı tandırı muaf tutarak söylüyorum ki, o gün masaya gelen yemeklerden hiçbiri benim gönlümün arzuladığı kalitede değildi.
Ama yemekler dışında asıl sorun lokantanın hali. Dediğim gibi fena halde köhne. Kapı arkasına sıkışmış halılı ve nargileli şark odasıyla (boyacı sandığı da var mıydı sahi), hafif dingirdek iskemleleriyle, zevkten yoksun masa düzenlemesi, garsonların kılık kıyafetiyle 1970’lerden kalma bir yer sanki.
İçki servisi hepten mi yok, o gün mü yoktu bilmiyorum. Bir ara Philippe önündeki bardağa hüzünlü hüzünlü bakarken şarap yok mu diye sorduk, laf karıştı, bira verelim dendi, sonra o da güme gidip önümüze küçük bardaklarla şerbetler geldi.
Şerbet iyidir, Osmanlı mutfağının tipik içeceklerindendir ama herkes şerbet sevecek, fırında inciğe illa gül şerbeti eşlik edecek diye bir kural yok ki.
Aslında Topkapı gibi gözbebeği bir mekana tek lokanta da yetmez.
Biri gelen kalabalıkların hızla yemek yiyebilecekleri, fazla iddialı bir mönüye sahip olmasa da yaptığını iyi yapan pırıl pırıl büyük bir lokanta, diğeri koşa koşa gidip konuklarınızı da gönül rahatlığıyla götüreceğiniz sarayın şaşaasına layık ikinci bir lokanta gerek oraya.
Tıpkı Kanyon’daki Konyalı gibi.
İki mekanın da adı Konyalı ama ikisini de aynı kişiler mi işletiyor bilmiyorum.
Böyle eski işletmelerde bazen ailenin iki kolunun aynı ad altında farklı lokantalar işlettiği oluyor çünkü.
Eğer her ikisinin de sahibi aynı kişiyse, aman ne olur, ne yapsın ne etsin, saraydaki Konyalı’yı bir an evvel Kanyon’dakine benzetsin.
Saraydakinin sahibi farklı biriyse o da aynı ÅŸeyi yapsın, adaşını örnek alsın. Buna engel olan bürokrasiyse eÄŸer, ne diyeyim o zaman, bürokrasi utansın. Olmuyor, o saraya o köhnelik yakışmıyor.Â
Üçüncü ve koca bir yazı olabilecek şikayete gelince…
Aslında hepimizin şikayeti o.
Pahalılık.
İstanbul’un pahalılıkta neredeyse Tokyo ile yarışmasına hayret etti Philippe.
O koca medeniyetten bu diyara gele gele el yakan fiyatlarla suÅŸinin gelmesine isyan etti.
Haklı mı? Haklı.
PaylaÅŸ