Lokanta açılalı henüz birkaç gün olmasına rağmen bizim dışımızda da epey müşteri var.
Boydan boya şişe mantarlarıyla dekore edilmiş bir duvarla ince uzun bir tezgahın bulunduğu barda bir kadeh şampanya içip sohbet ettikten sonra lokantayı gezmeye başlıyoruz.
Dev bir kristal avizenin aydınlattığı merdivenlerden aşağı inerken içimden, girişteki bar ayaküstü bir kadeh atmak için ne kadar hoşsa orta kattaki özel salon da küçük davetler için öyle, diye geçiriyorum.
Ama acele etmemeli, önce yemekleri denemeliyim.
Beyaz örtülü yuvarlak masamıza oturur oturmaz yanımıza genç bir kadın yanaşıyor ve bu gece içeçeğimiz şarapları kendisinin seçeceğini söylüyor. “Somellier” denince gözümüzün önüne hep orta yaşlı erkekler gelir ya, alın işte bir yenilik daha... Hem de pek latif bir yenilik...
Mönü 7 farklı yemekten oluşuyor.
Şeflerin bu tür tadım mönülerini oluştururken hünerlerini göstermek amacıyla yemek sayısını yüksek tutmalarını anlıyorum anlamasına da ne yalan, önüme gelecek yemekleri bitirip bitiremeyeceğimi bilmiyorum.
Porsiyonlar küçük bile olsa akşam vakti çekilen bu ziyafet beni aşar iyisi mi her birinden bir lokma yemeli.
Ne lokması maşallah hepsi bitti.
Ama ne tatlıya ne de peynir çeşitlerine el sürülebildi.
İlk yemek trüf yağıyla tatlandırılmış kerevizli elma çorbası... İkinci yemek bıldırcın yumurtası, karamelize badem ve keçi peyniriyle gelen pancar salatası... Üçüncü yemek ayva reçeli ve porto soslu kaz ciğeri sote... Dördüncü, taze spagettiyle birlikte sunulan tekir... Beşinci, kestaneli risotto üzerinde bıldırcın... Sonuncu ise kırmızı biber püresiyle gelen deniz tarağı kerevit ve fileto levrekti.
Ve bu yemeklerin hepsi sadece ben de değil diğer bütün davetliler tarafından hıhhmm harika, hıhhmm şahane, hıhhmm mükemmel mırıltıları arasında yenip bitirildi.
Değil bunca çeşit akşam yemeğini hafif kaçırınca şikayete başlayan ben bu kez gıkımı çıkarmadım.
Çıkarmadım çünkü zerre rahatsızlık duymadım.
Fiyatlara gelince şarap hariç böyle bir mönü için 100-120 lirayı gözden çıkarmak gerek.
Sıradan bir kebapçıda bile bunun yarısı ödeniyor.
İçersiniz içmezsiniz, ucuz bir yerli ya da kallavi bir Fransız seçersiniz, şarap işi sizin bileceğiniz iş...
Tadım mönüsü istemek de şart değil elbet.
Ama eğer yemeğe düşkünseniz yeni yılda kendinize bir hediye verin ve Sıraselviler’deki Mimolett’e bir uğrayın derim.
Teşekkür mailleri alacağıma eminim.
yemek-mutfak * ağırlama-sofra televizyon içki-sigara mey-meyhane lokanta-bar * çay-kahve ev-dekorasyon insan-portre * düzenleme konser-müzik * |
Hayali Michelin yıldızıUzun bir ayrılıktan sonra şehrimize döneli çok olmadı ama adını 2010 içerisinde bol bol duyacağınızdan eminim.
Demedi demeyin, Murat Bozok adını belleyin!
Murat 1975’te doğmuş. İstanbul Üniversitesi’ni bitirdikten sonra bir süre aile işiyle ilgilenmiş, son yılların modasına uyduğu için değil gerçekten sevdiği için şef olmaya ve bu mesleği Amerika’daki John& Wales Üniversitesi’nde öğrenmeye karar verip orada iki yıl süreyle eğitim görmüş. Çıtayı yüksek tutmuş... Rhode Island’daki küçük lokantalarda çalışırken dünyanın en ünlü şeflerine mektup üstüne mektup yazmış. Aklınıza kim gelirse ona... Ama yalnız Michelin yıldızı olanlara... Beklediği cevap Pierre Gagnaire’den gelince bavulunu topladığı gibi soluğu, bir Michelin yıldızlı Stretch lokantasında çalışmak üzere Londra’da almış.
Ondan sonrası çorap söküğü...
Alain Ducasse, Gordon Ramsay, Joel Robuchon gibi günümüzün ünlü şefleriyle geçen uzun yıllar...
Her bir ustadan öğrenilen bir teknik, alınan bir dersle yamaklıktan şefliğe geçiş...
Londra’daki 2 yıldızlı Petrus’ta yardımcı şef olarak çalıştığı dönemde Türkiye’ye dönmeyi, çılgın Ramsay’in Devonshire’daki diğer yıldızlı lokantasında başaşçı olarak çalışırken de İstanbul’un ilk Michelin yıldızlı lokantasını açmayı aklına koymuş.
Dediğini de yapmış.
Bundan birkaç ay önce bıçaklarını toplayıp tariflerini sırtlayarak İstanbul’a gelmiş ve Taksim Sıraselviler Caddesi’ndeki Kayra Şarap Akademisi’nin altında
ilk lokantası Mimolett’i açmış.
İddialı... Hem mutfağından hem de 350’yi aşkın şarap seçeneği bulunan kavından emin...
Mimolett’e gelip yemeklerinden bir kez tadacakların müdavim olacaklarından da..
Bugüne kadar aklına koyduğunu başardığına bakılırsa sırada Michelin yıldızı almak var.
Bana kalırsa o hedefe de ramak var.
Yeter ki istesin ve yeter ki İstanbul’la biraz daha hal hamur olup yeni lezzetler keşfetsin.
Demedi demeyin... Şehrimizde yeni bir şef var.
Şarap eşlikçisi kavuniçi peynirMimolett, Frenklerin “mi mi mi...” diye başlayan çocuk şarkılarında adı geçen peynirin adı.
Kuzey Fransa’da, özellikle de Lille şehrinde üretilen kabuğu grimsi, içi turuncuya kaçan kavuniçi renkli bu lezzetli peynir inek sütünden yapılır ve dinlendirme süresi üç ayla iki yıl arasındadır. Taze olarak tüketildiğinde oldukça yumuşak olan mimolett olgunlaştıkça sertleşir ve barındırdığı aromalar kuvvetlenir.
Mükemmel bir şarap eşlikçisidir.
Murat Bozok tarafından Türkiye’de de üretimine çalışılmakta ve sonuç zatım tarafından merakla beklenmektedir.
Eski yılın son günlerinde yapılmış bir en’ler listesi
Siz okurken 2009 çoktan geçip gitmiş olacak ama bu yazıyı yazmakta olduğum şu an geri sayım günlerinden biri hâlâ. Yeni yıla ramak kaldı ve işte benim şu son haftadaki “EN”lerim...
1. EN güzel yılbaşı tebriği Mine Mert’ten geldi. Nişantaşı’ndaki Elements’i bilenler bilir, onun sahibesi Mine’yi de... Mine her zaman inceden inceye düşünülmüş yeni yıl tebrikleri hazırlar. Bu yıl da müthiş şık bir kart hazırlamış. En sevdiği materyel olan bronz bir telin beyaz dokulu bir kağıdı delerek fiyonk attığı bu kartı da tıpkı geçmiş yıllarda gelenler gibi özenle saklayacağım. Zevk denilen hasletin tıpkı güzellik gibi ender bulunduğunu düşünenlerdenim. Zevk sahibi insanlara da her köşe başında rastlanmadığını bilenlerden... O yüzden eline, emeğine, zevkine sağlık Mine diyorum da başka bir şey demiyorum.
2. EN çarpıcı çam ağacı süslemesine Arnavutköy’deki bir evden manzaraya bakarken rastladım. Karşı kıyıdaki bir yalının bahçesinde büyük bir çam ağacı tam da kartpostallarda gördüğümüz gibi süslenmişti. Akşam çöküp de hava karardığında gelip geçen tankerlere selama duran, yılın şu son günlerinde ruhu iyice kararmış bizlere ilaç gibi gelen, ışıl ışıl bir çam ağacı... Ona baktığım sürece içimde geleceğin iyi olacağına dair küçük de olsa bir umut yeşerttim ki bu bile kimlere ait olduğunu bilmediğim o yalı sahiplerine teşekkür etmeme yeter. Sağolsunlar, varolsunlar.
3. EN anlamlı parti konsepti yazar Yazgülü Aldoğan’nınkiydi. İnadına eğleniyoruz partisi... Önünü görememek mi, sis mi, pus mu, muğlaklık mı, neden bilinmez, dışarıya kapandıkça içeriye açılınır ya, bu parti de öyle bir partiydi. Sahiden de eğlenildi.
4. EN güzel yılbaşı konseri yılın son pazarı Kanyon’da verilendi. Sadece konser mi? Hayır... Gidenler, izleyicisiyle, süslemesiyle, şeytan ayrıntıda gizlidir misali sıcak şaraptan sahlepe, kesekağıtlarında dağıtılan kestane kebabından sarılanları Noel Baba’ya döndüren beyaz püsküllü kırmızı şallara kadar özenle hazırlanmış bir etkinlik izledi... Ne azı vardı, ne fazlası.. Yurdun dört bir yanından toplanmış müzisyenlerin oluşturduğu orkestra eşliğinde Fatih Erkoç’un söylediği birbirinden güzel şarkılarla iki saat rüzgâr gibi geçti. Ne kimse üşüdü, ne ayakta durmaktan şikayet etti.
Tam tersine çoluk çocuk, yaşlı genç, Kanyon’u dolduran binlerce kişi bir ağızdan şarkı söyleyip döne döne dans etti. Ne diyeyim yapanın da yaptırtanın da eline sağlık. Umarım bu yılla sınırlı kalmaz, yenilenir, yinelenir, gelenekselleşir. Böyle eli yüzü düzgün işlere öyle ihtiyacımız var ki...
5. EN beklenip beklenmedik haber ayın 29’unda geldi. Uzun süre konuşulacağından adım gibi emin olduğum bir haber. Benim açımdan insanoğlunun hayatta kapattığı her kapıyla nasıl yeni serüvenlere yelken açtığını göstermesi açısından muhteşemdi. Tam da bu yüzden hoş geldi sefalar getirdi.