Yolculuk öncesi vesveseleri yani.
Cahit Sıtkı gibi söylersek Abbas gene yolcu.
Ama bu kez tek başına değil, gezmeye görmeye de değil, heves kuşunun peşine takılıp göstermeye gidiyoruz hep birlikte.
2010, o kadar acıyı da küfesine atıp getirdi ki, bu kısa soluklanma eminim ruhuma iyi gelecek.
İstanbul sınırlarının dışına çıkar çıkmaz sıkıntımı ardımda bırakmak gibi bir beceri geliştirdim son yıllarda. Manzara değişir değişmez çağrışımların da değiştiğini, anıların soluklaştığını, acıların uzaklaştığını, yaraların daha çabuk kabuk bağladığını öğrendim mesela.
Adına ister iş, ister kaçış, ister tatil deyin, nereye olursa gitmek iyi geliyor artık.
Bu yolculuklar bir de kültürünü az tanıdığım doğu ülkelerine olursa eğer, acının çekildiği yere hayatın dolacağını, ölmeye yatan dostlarla içime salınan korkunun azalacağını, sevilen her varlığın yitimiyle yakama yapışan boşluk duygusunun biçim değiştireceğini seziyorum örneğin.
Bizler, dindar olalım olmayalım, tek tanrılı inanç coğrafyasında yaşayan bireyler olarak ölümle farklı halleşiyoruz, dünyanın değişik inanç coğrafyalarında yaşayan milyarlarca insan farklı, bu kesin.
Sayılı günü kaldığını kendi kadar benim de bildiğim can dostumun ölümünden az önce Hindistan’a yaptığım o kısa yolculuğun, Varanasi’de tanık olduğum manzaraların, ölümle hayatın iç içe geçmesinin içimde nasıl yeni bir pencere açtığını bir ben bilirim bir de Allah.
Krallar vadisinde Eski Mısır mezarlarını dolaşırken, sanatıyla felsefesiyle bütün tektanrılı medeniyetlerin içimizde nasıl da değiştirilmez bellediğimiz kavramlarla kök saldığını ve bütün bu birikimin her birimizi ölüm denen olguya bakarken nasıl de aynılaştırdığını düşündüğümü de unutmuş değilim.
Neyse, demem o ki, her bilinmedik kültüre yakından bakmak görmeyi bilen insanın hayatında yeni bir pencere açıyor.
Bayram değil seyran değil, eniştem beni niye öptü gibi bir giriş oldu ama öyle değil.
Ardarda sevdiğim beş kişiyi kaybetmek, zorunlu olarak ölüm üzerine düşünmeme, üç günden beri Serdar Turgut’un Bangkok’a yaptığı kısa bir gezinin ardından hayata bakışının nasıl temelden değiştiğini anlatan yazılarını okumak da hayat üzerine düşünmeme yol açtı. Kalemin dümeni de bu yüzden kırıldı, yazının seyri de bu yüzden şaştı.
Serdar gidip bir süre Tayland’da yaşamaktan söz ediyordu bugünkü yazısında... Bence harika olur.
Kendisine buradan, 25 yıldır o kanal evlerden birinde yaşayan bir dostum olduğunu ve seve seve adresini vereceğimi iletip bir gece ansızın gelebilirim diye de ekleyerek bu tatsız konuyu bitireyim.
Başbakanı duyunca kendine gelen Nimet Teyzeyemek-mutfak ağırlama-sofra adres-mekan güzellik-makyaj * mey-meyhane lokanta-bar çay-kahve ev-dekorasyon tasarım düzenleme moda-alışveriş * çiçek-bahçe televizyon haber-dizi tatil-gezi-şehir otel-spa-sağlık sinema-tiyatro edebiyat insan-portre * |
Zeynep bir ara gelip anneannemi görmelisin dedi. Yüreğim hop etti. Nimet Teyze de gidici mi ne?
Değilmiş ama beni özlemişlermiş, gidersem hem onları hem de sevgili Nimet’imi görürmüşüm. Bir taşla iki kuş fena mıymış?
Ertesi gün kalkıp gittim.
Bu Alzheimer denen illet de böyle bir şey işte. Nerede benim tanıdığım o heybetli kadın, nerede karşımda duran şu titrek ihtiyar.
El kadar kalmış. Hırçınlığı yokmuş. Kızı dışında kimseyi tanımıyor, hemen hiç konuşmuyor, verirlerse yiyor vermezlerse yemiyormuş. Klasik müzik çaldığında parmaklarıyla tempo tuttuğu oluyormuş ama nicedir sadece gidip de dönmeyenlerin bildiği o muğlak diyarda yaşıyormuş.
Bir durum hariç:
Ne zaman Recep Tayyip Erdoğan’ın televizyondan gelen sesini duysa, şöyle bir dikleniyor, hafifçe kaşlarını çatıp ekrana bakıyor, bir zamanlar bağrıştığımızı duyduğunda bizlere söylediği gibi sert bir sesle, “Bağırmadan konuş evladım” diyormuş; “Bağırmadan konuş! Sağır yok karşında”.
“İşte o anlarda anneannem, bildiğin eski anneannem oluyor” dedi Zeynep.
Hey gidi Nimet Teyze heyy. Alzheimer oldun da kurtuldun.
Memleketin yarısı ötekine sağır oysa. Yakında da dilsiz kalacak muhtemelen. Sonrası Allah kerim.
Bir ihtimal işaret dili öğrenecek bu millet, bir ihtimal anlaşma umudundan toptan vazgeçecek. Üçüncü ihtimal ise cinnet.
Elan geçirmiyorsa elbet.
Yüz, el, gerdan... Ütüleyin gitsinBir yıl önce, bir arkadaşımın elinde el kadar bir alet gördüm. Ne, diye sormamla anlatmaya başladı. Artı elektrot, eksi elektrot, şu bu. Sözünü ettiği aletin maharetinin özeti, üşenmeden her gün yüzüne ya da başlığını değiştirip vücudunun herhangi bir yerine uygularsan, neyse sorunun, de ki kırışıklık, de ki selülit, ondan kurtulmana yardımcı oluyor.
Anlattıkları bana fazlasıyla karmaşık geldiğinden, söylediği her şeyi kulak arkasına attım.
Sonra, başka bir arkadaşım, benimle tanışmak isteyen bir arkadaşından ve ikimizi bir araya getirmek istediğinden söz etti.
Ayşe ve sonradan onun Türkiye temsilcisi olduğunu öğreneceğim el kadar Nu Skin ile böyle tanıştım.
Hani tanımasanız da söylediklerinin doğru olduğuna inandığınız insanlar vardır ya, Ayşe Geçalp da o insanlardan.
Lafın özü, Ayşe ile tanıştıktan bir süre sonra kendimi el kadar o aletle baş başa buldum.
Yeni her şeye merak salan ruhum gereği önce sık, ardından maymun iştahlı olduğu kesin yapım gereği aklıma estikçe kullandığım Nu Skin’den müthiş memnun kaldım. İnternet üzerinden sipariş ediyor ve aleti bütün müstehzarlarıyla birlikte satın alıyorsunuz.
Her gün üşenmeden uyguladığınız takdirde sonuç harika.
Ne mi yapıyor? Yüzü, eli, gerdanı velhasıl vücudunuzun ihtiyaç duyduğunu düşündüğünüz her bölgesini ütülüyor.
Yapıyor mu, vallahi yapıyor.
Canan’ın ikat kaftanlarıCanan Göknil adını bilenler, onu bu toprakların yetiştirdiği üç beş önemli kostümcüden biri olarak bellemiştir.
Kırk yıllık arkadaşım Canan, zevkine yüzde yüz kefil olacağım birkaç kişiden biri olduğu gibi havai görünüşünün dışında müthiş çalışkan bir iş kadını ve attığı her adımı düşünüp taşınıp atan biridir.
Bundan bir süre önce, ortağı Tülin Yazıcı ile birlikte Türkiye’deki bir açığı gördü ve üniforma üreten bir şirket kurdu.
Türkiye’deki oteller, lokantalar, şirketler az gelmiş olacak ki, birkaç yıl önce Rusya’ya uzandılar, ardından da Körfez ülkelerine doğru genişlemeye başladılar.
Bundan bir süre önce üzerinde gördüğüm bir kaftana öyle meftun olmuştum ki, çıkarıp vermişti. İşte şimdi her giydiğimde gören herkesin nereden aldığımı sorduğu kaftanların üretimine de başlamış.
Kaftanların kumaşı olan ikatları, birlikte çalıştığı Şeref Özen, Özbekisten’da dokutuyor, o da eline gelen bu ipek malzemeyi her biri tek olmak koşuluyla tasarlıyormuş.
Bu sıradışı giysiler, Şeref’in Sultanahmet Arasta’da bulunan dükkanında satılmaya başlamış.
Yurtdışına giderken özel hediye arayanlara, hem kot hem gece kıyafeti ile birlikte kullanı-labilecek üst giyim bulamayanlara ve ileride yüzde yüz antika olacağı kesin bir giysiye sahip olmak isteyenlere duyurulur...