Adı önce fısıltı gazetesiyle yayıldı. Doğru mu, gerçekten geliyor mu sorularıyla birlikte. Haberi duyunca zil takıp oynayanlar, bunca talibi varken neden buraya gelsin ki diye burun kıvıranlar, derken o kadar konuşuldu üzerine, o kadar yazılıp çizildi ki, Londra’nın ünlü lokantalarından Hakkasan çok geçmeden açılacak olan yeni bir lokanta değil de, İstanbul’un Avrupalı olmasının tesciliymiş gibi büyük bir beklenti yarattı.
Bir de üzerine ha bu gün ha yarın diye uzun bir bekleme süresi eklenince, uzayan her işte olduğu gibi söylentiler söylentileri kovaladı ve şehir efsanesi olup çıktı. Efsane dediğin de abartıdan, düşle gerçek arasında salınan bulanık sulardan beslenir ya, yalanla gerçeğin birbirine karışması uzun sürmedi ve her kafadan bir ses yükseldi. Dekoratörle kavga etmişler, Tasman Denizi’nden gelecek karidesler ellerine ulaşmamış, kandillerin ışığı cılızmış, mermerlerin damarları birbirini tutmamış gibi bitmek bilmez söylentiler. Boşuna atalarımız adın çıkacağına canın çıksın dememişler.
Bilmem kaç milyon dolara mal olduğu söylenen dekorasyon sonunda tamamlanıp, namlı şef ve Çinli ekip mutfakta, dünyanın dört bucağından geldiği söylenen malzemeler de tezgahta yerlerini alınca, deneme turları başladı. Hani gazetelerin sıfır sayıları vardır ve piyasaya çıkmadan varsa bir hata görmek için örnek gazete basılır ya, onun gibi şirket çalışanları ile yakınlarına yönelik bu küçük denemeleri basına verilen yemekler izledi.
Derken beklenilen gün geldi ve Unitim Holding tarafından dünyadaki ikinci şubesini İstanbul’da açması için ikna edilen, Asya mutfağının mabetlerinden Hakkasan Kanyon Alışveriş Merkezi’nin içinde anlı şanlı bir davetle kapılarını açtı. Ertesi gün renkli basının tümü bu davetten bahsediyordu. Kim gelmiş, kim gitmiş, kim ne giymiş, kim giymemiş boy boy fotoğrafların yer aldığı koca sayfalarda Allah için yemeklerden söz eden tek satır yoktu. İzleyen günlerde köşe yazıları çıkmaya başladı. Hasta olduğum için katılamadığım basın davetine giden arkadaşlarımın yazılarını biraz da kambersiz düğün yapıldı burukluğunda okuduğumda en müşkülpesentlerinin, en dur bakalım diyenlerinin bile Hakkasan’ın hakkını Hakkasan’a verdiklerini gördüm.
Arada Londra’daki merkez ile kıyaslayanlar, ona bir buna buçuk puan verenler var idiyse de, genel kanı lokantanın iyi bir lokanta olduğuydu.
Hatta Asya mutfağını sevenler için mükemmel bir lokanta. Hemen hepsi ağız birliği etmişcesine içki çeşitliliği ve şarap mönüsünün zenginliğinden söz ediyor, Hakkasan’ı yemeklerin lezzetinden tutun da o yemekleri özel kılan çeşnilerine varana dek aransa da kusur bulunmayacak bir lokanta olarak övüyordu. Ancak gene hepsinin altını çizdiği bir nokta vardı: Hakkasan pahalı bir yerdi. Her babayiğidin harcı değildi.
Sonra dedikodular sökün etti: Ve her daim olduğu üzere ahali ikiye ayrıldı: Kiminin yere göğe sığdıramadığını kimi yerden yere vuruyor, bekleme listesinin uzunluğundan şikayet edenlere Londra’da durumun benzer olduğu cevabı yapıştırılıyor, biri tutup da havalandırma yetersiz diyecek olsa ona amber kokusu koklamamış meczup gözüyle bakılıyordu.
Sis dağılmadan ve ben Hakkasan’a henüz adım atmamışken ikinci Asya mutfağı Zuma da çıkıp gelmez mi? Onu da W Hotel’in içinde açılan Spice Market izlemez mi? Etti mi üç. Giyinildi kuşanıldı Ortaköy’e yollanılıp bu kez Zuma önünde fotoğraflanıldı. Spice Market başına gelecekleri sezmiş gibi sessiz bir açılışı tercih etti ama gene de kıyastan kurtulamadı.
Öyle bir karşılaştırma furyası başladı ki, sormayın gitsin. Doğarken taraftar olarak doğduklarını söyleyip bununla övünen erkekler bile futbolu bırakıp mutfakları ile ilgilenmeye başladılar. Birinin ak dediğine ötekinin kara demesi, birinin şık bulduğunu ötekinin rüküş addetmesi İstanbul burjuva sohbetlerinin ayrılmaz parçası haline geldi ve her üç lokantanın herşeyden önce lokanta olduğu gerçeği güme gitti.
Sonra sular duruldu. Biraz yazın gelmesi ve herkesin dikkatinin kıyılara yönelmesi, biraz da yazacağını zaten yazmış renkli basının ilgisinin azalmasından ötürüydü bu durulma. Eylülde yeniden başlayacağı kesindi. Gidilecekse oralara şimdi gidilmeliydi.
Hakkasan, Zuma Spice Market
Yolum önce Zuma’ya düştü. Bir arkadaşımın yaş günü için, biraz da son dakika karar verdiğimizden ötürü ancak alt kattaki uzun barda yer bulup gittiğimiz Zuma’da cuma akşamı olduğundan mı yoksa yeni açıldığından mı bilmem müthiş bir kalabalık vardı. İçinde az buz yabancının da olmadığı koyu bir kalabalık. Suşi barının önündeki yerimize geçerken tam yanımızda oturan, bir yandan gazetesini okurken bir yandan da buz dağının tepesine yerleştirilmiş deniz mahsülleri tabağını mıncıklayan; dünyanın neresinde karşınıza çıkarsa çıksın İngiliz olduğunu eprimiş tüvit ceketine bakıp anlayacağınız beyefendiyle göz göze geldiğimde yüzünde öyle ekşi bir ifade gördüm ki, ister istemez yediği yemekten hiç hazzetmediğini düşündüm.
Böyle anlarda şeytan dürter sorarım: Sordum ve aynı ekşi ifadeyle hepsinin excellent olduğu cevabını aldım. Ne zaman İngiliz’in yüzü düşüncesini ele verir ki zaten. Benimki abesle iştigal. Gerçekten de yemekler adamcağızın dediği gibi iyiydi. Hatta o kadar kalabalık olmasa dediğinden de iyi.
Sonra genç arkadaş gurubumla sessiz sedasız açılan Spice Market’e gittim. New York’taki şubesinin müdürü geçen yaz bende konaklamış ve efsane şef George’un hünerlerini öyle sıralamıştı ki, biraz hüsrana uğradım ne yalan. Kötü şeyler mi yedik? Haşa. Ama yemek süresince birşeylerin eksik olduğu duygusundan da kurtulamadık.
Hakkasan’ın hakkı Hakkasan’a
Hakkasana gelince... Geçen hafta iki ayağım bir pabuçta, şişen dişimin ağrısını nasıl dindireceğimi bilemeden doktor doktor dolaşırken Gülcan aradı. Gene kendisi gibi Ankaralı Müge Altaş ile GTC adında bir halkla ilişikiler şirketi kurduklarını ve Unitim Holding’in halkla ilişkilerini yaptıklarını söyledi. Laf döndü dolaştı gelip Hakkasan’a ve Bodrum’a göçmeden oraya gidip gidemeyeceğime dayandı.
Arayan Gülcan, davet ettiği yer Hakkasan. Zar zor bir öğle saati kararlaştırdık ve yemeğe annemle gittim. Bu ayrıntının altını çiziyorum, çünkü onun yorumları başkalarınkine benzemez. Birincisi Çin mutfağına bayılır ve müthiş bir ağız tadı vardır, ikincisi kendi kuşağının bütün fertleri gibi hesabını bilir parasını savurmaz, caka olsun diye kuruş harcamaz. Hakkasana pahalı diyorlar ya ondan iyi yorumcu istesen de bulunmaz.
Hakkasan gerçekten de siyahın ağırlıkta olduğu bir lokanta. Bana sorarsanız akşam lokantası. Öğle yemekleri için fazla ağır, ağdalı. Bunu henüz teras açılmadığı için söylediğimi de belirtmeliyim. Dışarıda hazırlanan teras, sıcak yaz günleri için biçilmiş kaftan olabilir. Çünkü herkesin malumu olduğu üzre Kanyon, yaprak kıpırdamayan günlerde bile uğultulu tepeler gibidir.
Karanlık atmosferine karşı masalar iyi aydınlatılmış. Öyle yediklerinizi görememek gibi bir durum yok. Aksi zaten şefe büyük haksızlık olurmuş çünkü gelen her tabak oya gibi, resim gibi bir sanat eseri.
Yemek seçimini açılmasına karar verildiğinden beri Hakkasan’ın başında bulunan Kerem Suner’e bıraktık. O da masayı arasında sadece öğle yemeklerinde servis edilen ballı biftek pufflarından tutun da susamlı karideslere, öyle donattı ki artık o kadar olur. Bir de Hakkasan tarafından ithal edilen Ata Rangi Pinot Noir.
Bir ara annemle göz göze geldik.Ne düşünüyorsun kabilinden göz kırptım. Üç parmağını kavuşturup havaya sallayarak, mükemmel işareti yaptı. Peki fiyatlar diyecek oldum. Değer, dedi. Sonra da mönüyü incelerken ezberlediği fiyatlarla kısa bir hesap yaptı: Gelecek, Avrupalılar gibi bir giriş bir ana yemek yiyeceksin. Usturubunla da şarabını içersen herhangi iyi bir lokantada ödediğinden fazlasını ödemezsin. Ama yok aç gözlülük eder de sofrayı donatırsan, Fikret’in dediği gibi aksırıncaya, tıksırıncaya, çatlayıncaya kadar yersen, gelen hesabı da paşa paşa ödersin!