İnsanın içine giren, fotoğrafı karşıdan değil, içeriden çeken büyücü

Bir tek çocuklar, bir tek onlar ilgilenmezler fotoğraflarıyla. Onun dışında ne kadın ne erkek ne genç ne yaşlı tek kişi görmedim ki bakıp incelemesin gözüne ilişen fotoğrafını.

Beğendiğinde rahatlamasın, beğenmediğinde somurtmasın. Suretimizle kurduğumuz ilişkinin en can alıcı aracıdır fotoğraflar. Aynalara benzemezler. Biri bizi bize tutar, diğeri ötekine, yabancı gözlere. Ayna çıplaktır, sahicidir. Fotoğraf yanıltır, müstehcendir. Biri ile aramızda kurşundan sır vardır. Diğeri ile aramızdaki sır, insandır.

Hayatımın hiçbir döneminde ne fotoğraf çekmekten ne de çektirmekten hoşlandım. Vesikalıklarını parçalayan, aile fotoğraflarını makaslayarak suratı olması gereken yere delik açan biri olmadığım gibi sevdiği fotoğraflarını ve sevdiklerininkini çerçeveletip sehpalara dizen ya da olur olmaz bahanelerle albüm düzen biri de değilim.

Fotoğraf çekme işini de çektirme işini de sevmem sadece. İnsan sevmeyince badireyi atlatmayı da öğreniyor. Düğünlerde derneklerde fotoğrafa durulacağı zamanı kestirip sıvışmayı, masaların ve sıraların kuytusuna oturmayı, hayata vizörden bakan amatörlerin arkasından dolanmayı, kaçıp kurtulmanın imkansız olduğu anlarda da yüzüne donuk bir maske takmayı.

Ben de öğrenmiştim.

O yüzden isteğim hilafına çekilmişler ve her on yılda farklı bir nedenden yenilemek zorunda kaldığım vesikalıklar dışında fazla fotoğrafım olduğu söylenemez. Daha doğrusu gazetede yazmaya başlayana dek söylenemezdi.

Çilemin yazmakla sınırlı olmadığı her yazıyı "ölümsüzleştirecek" bir karenin de yazılara eşlik edeceğini öğrendiğimde yaptığım kısık sesli itiraz, devrin görsellik devri olduğu gerekçeksiyle savuşturulunca başıma geleni anlamakta gecikmedim.

Sevmemek ayrı şeydi ama bu önemsemediğim anlamına gelmezdi. Mesele fotoğraflarda nasıl göründüğüm meselesi değildi. İyi, kötü, şaşı ya da alımlı, endamlı, güzel çıkmakla ilgisi yoktu bu işin.

Kimse olduğundan kaknem, olmadığı kadar ciddi ya da cilveli görmek istemez kendini ama gene de fotoğrafın en beteri insanın kendine benzemeyenidir derim.

Emir demiri keser, madem yazacaktım o zaman bu kabusa katlanmalıydım.

Önce gazetenin hepsi birbirinden canayakın, hepsi birbirinden hevesli foto muhabirleriyle çalıştım, onların ellerinin uzanamadığı yerler için de kendi göbeğimi kesmek adına küçük bir makine satın aldım: Işığı, mesafeyi kendi ayarlayan, insana sadece deklanşöre basma işini bırakan el kadar bir şey. Ama olmadı.

Ne işinin ehli muhabirlerin ne de rica minnet ellerine tutuşturulan makineyle gelen geçenin çektikleri içimi rahatlattı. Fotoğraflardan bana hep bir yabancı baktı.

Bundan üç ay kadar önce gazeteden bir haber geldi. Hürriyetin 60. Yılı için hem toplu bir fotoğraf çektirilecek hem de imza fotoğrafları değiştirilecekti. Toplu fotoğraf çekimi için şu gün bu saate gazetede olmam isteniyor, Sebati Karakurt’un çekeceği imza fotorafları için bilahare bir tarih bildirileceği söyleniyordu.

Toplu fotoğraf çekimi yapılacağı gün Afrika’ya gidiyordum. Nasıl rahatladım, nasıl mutlu oldum anlatamam. Bir çırpıda Şermin’i arayıp durumumu bildirdim ve vartayı atlatmış insanların rahatlığıyla uçağa bindim.

İmza fotoğrafı çekiminde de imdadıma dişçim yetişti: Şimdilerde kanal tedavisiyle boğuştuğum üst dişim öyle bir apse yaptı ki yüzümün yarısı kabakulağa yakalanmış çocuklar gibi şişti. Mazeretim sağlam, serde kadehli fotoğrafı bırakmamak isteği de var, sanıyorum ki seninki kalsın denecek. Ham hayal diye buna derim ben, cevap elbette beklediğim gibi olmadı, bana da yüzüm düzeldiğinde gidip fotoğraf çektirme derdi kaldı.

İyi de kime gidilecek?

Nihat’a dedi Feride. Herkes bana sorar, ben Feride’ye... Bana soranlara deva olup olmadığımı bilmem ama Feride bana devadır. Onun önerilerine gözüm kapalı uyarım ama bu kez ne yalan durum farklı.

Evet Nihat’la tanışıyoruz, birlikte onun pilot benim co-pilotluk yaptığımız müthiş bir Portekiz gezisi var ama tanışıklığımız o kadar. Zamanının dar, işinin başından aşkın olduğu da aşikar. Ama beni huzursuz eden asıl şey onun bu güne dek fotoğraflarını çektikleri: Yabancı kotasından Liz Hurley, Heidi Klum, Elle Mc Person,yerlilerden sinema, sahne ve podyum dünyasının bilinen en ünlü isimleri.

Yani oldukları gibi görünmekten çok göründükleri gibi olmak isteyenler. Yani benim istediğimin tam tersi.

Bana fazla şaşaalı, ona fazlasıyla sade suya tirit bir iş diyor hıklaya, mıklaya Feride’ye derdimi anlatmaya çalışıyorum.

Dinlemedi. İyi ki dinlemedi.

Nihat’ı tanıyınca vazgeçmek zor

Teşvikiye’deki stüdyodan içeri girdiğimde gerginlikten kopmak üzereyim. Nihat’ın başı kalabalık. Tavanında lamba yerine gar saatlerinin asılı olduğu uzun koridordan geçip yabancıya dağınık gelse de sahibinin elini attığında herşeyi bulduğu anlaşılan üstü kitap dolu uzun bir masa ve karşısında duran iki koltuğuyla sade olduğu kadar karışık bir odaya giriyorum. Beklemeye hazırım.

Nihat’ın her işe, her yere, her randevuya geç kalan biri olduğunu, Portekiz’e giderken uçağı kaçırmasına ramak kala gelmesinden, bizi heyecanlara gark ettiğini fark edince de özür dilemesinden biliyorum. İçimin saati ile dışarınınki uyuşmadı gitti demişti en masum haliyle. Kimilerinin şımarıklık olarak göreceği bu özüre yürekten inandığı belliydi, saatleri ayarlayan başka birileri varmış gibi.

Uçak kalkarken beyaza kesmiş, tırnaklarını koltuğa geçirmiş ona dikkatle baktığımı görünce de uçmaktan çok yüzmekten korktuğunu, denize girdiği an fonda Jaws’ın müziğini duyduğunu söylemişti en muzip haliyle.

Tavrında, duruşunda, oluşunda öyle bir şey vardı ki, bana askerliğinin bitimine üç gün kala firar eden gencin hikayesini hatırlatıyordu.

Kimileri böyledir: Kendilerine özeldir. Anlaşılmak gibi dertleri olmadığından anlamayanları boldur.

Ama tanımayagörün, tiryakisi olunup çıkılır, vazgeçmek zordur.

O gün hayatımın ilk fotoğraf çekimini gerçekleştirdik; onun komutları altında önce gergin, sonra daha az gergin, derken laçka.

Çekimi izleyen hafta bilgisayarıma dört fotoğraf düştü. Farkına varmadığım anda çekilmiş birkaçının dışında ilk kez bana yabancı olmayan dört fotoğraf. Bakan sesimi duyacak sanki, öyle sahi.

İşin sırrının ne olduğunu uzun süre düşündüm. Şimdi sağa, baş yukarı, alttan bakın komutları bir ölçüde geçerli, işin tekniği bu.

Ama tekniği bilen sadece Nihat değil. O zaman onun sırrı ne peki?

Işık mı?

Işıkla bitmeyen bir didişmesi olduğu kesin ama bu da onun sırrını açıklamaya yetmez.

Sonunda buldum: Nihat onbinlerce kare çekip içinden en iyisini seçen fotoğrafçılardan değil. On binlerce kare çekse de birkaç kareden sonra öznesi ile bütünleşen biri o. Büyücü gibi: İnsanın içine giriyor, fotoğrafı karşıdan değil, içeriden çekiyor.

P.S: Bu yazıyı yazmak istediğimi, o yüzden Feride ile birlikte yemek yememizi önerdiğimde önce nazlandı. Buluşmaya tam saatinde geldi, bunu bir armağan gibi sundu. Sırrın ne diye sorduğumda, sustu. Feride, soruyu iyi insan olması diye yanıtladı ki bence doğru. Yazının fotoğrafı o gün çektiği ama benim görmediğim bir kare olacak. Eminim o karedeki ben bana yabancı bakmayacak. Bakarsa, yandı demektir Nihat!
Yazarın Tüm Yazıları