Aralık geldi ya, 2009 gitti gidiyor ya, herkeste yeni yıl gelmeden bir etkinlik yapma telaşı ki anlatılmaz.
Birbiri ardına verilen davetler, alternatif yılbaşı kutlamaları, ofis partileri, yeni ürün tanıtımları, vizyona giren filmlerle kırmızı halılı geceler, açılışlar, kapanışlar gırla...
Kırmayıp da hepsine gitmeye kalkarsanız yandınız.
Tamam yılbaşı ertesi insanlara bir rehavet çöktüğü doğru da, atalet sürse sürse bir hafta sürer. O da sürerse... Hani diyorum, şu koşuşturma yaşanmasa, şu ‘etkinliklerin’ bir kısmı da ocak ayına bırakılsa fena mı olur?
Geçen hafta da elhak bir öncekini aratmaz cinstendi.
Elimde yazmaya kalksam uzun bir yazı dizisi olacak malzeme birikti. Değinip geçmek de olmuyor açıkçası. Örneğin Sıraselviler Caddesi’nde, Kayra Şarap Akademisi’nin alt katında yeni açılan Mimolett’te yediğimiz yemek... Uzun yıllar Michelin yıldızlı lokantalarda çalışıp baş aşçılığa kadar yükseldikten sonra yurda dönen genç şef Murat Boz’un hazırladığı tadım mönüsünü, yemekler harikaydı diyerek geçiştirmek mümkün mü?
Ya da Büyülübağ şaraplarının sahibi Alp Törüner ile fıçıdan alıp getirdiği yeni şarapları tattığımız öğle yemeğini iki satırda geçivermek?
Peki bir dost meclisinde karşılaştığım ve çevirmen aracılığıyla konuşabildiğim Madam Anjin’inle birlikte mutfağa girişimizi ve ondan öğrendiğim püf noktalarını bir çırpıda mı anlatacağım?
Dedim ya olmuyor.
Yaşarken de yazarken de hepsinin tadını çıkarmak gerekiyor.
Çiğ çiğ kuş yüreği yiyen şefGecenin bir vakti televizyonda ordan oraya zıplarken karşıma David Letterman Late Night Show çıkıyor.
Tam geçecekken bilmediğim bir dizinin tanımadığım bir oyuncusuyla söyleşmekte olan Letterman, konuşmasını noktalayıp bir sonraki konuğunu “Vee karşınızda Gordon Ramsay!” diyerek stüdyoya davet ediyor.
İngiltere’den çıkan en önemli şef unvanını bileğinin hakkıyla kazanan bu delidolu İskoç’un adını duymamla heyecanlanıyor ve kumandayı bırakıp arkama yaslanıyorum.
Heyecanlanıyorum, çünkü hakkında epey okumuşluğum, başta Cehennem Mutfağı olmak üzere yaptığı televizyon programlarını izlemişliğim hatta sevgili Arman Kırım’ın verdiği bir tarifini yapmaya çalışıp çuvallamışlığım olmasına, yani kendisini az çok tanımama rağmen huysuzluğu ve küfürbazlığı dillere destan, dehası kadar deliliği de tescilli bu zat-ı-muhteremin canlı yayında neler yumurtlayacağını kestirmem mümkün değil.
Yanında çalışanların, her üç kelimesinden birinin okkalı biçimde savurduğu malum küfür olmasından ötürü Gordon f... Ramsay adını taktıkları bu çılgın şefin, Letterman gibi kaçın kurası bir sunucuyu bile çileden çıkarması ve ağzından çıkan her lafın biplenmesi kuvvetle muhtemel.
Yanılmışım... Karşımda kuzu gibi değilse de aklı başında biri var. Konuşmaya İrlanda’da geçen çocukluğundan başlayıp sırasıyla İngiltere’deki gençliğini, ilk tutkusu futbolu, Glasgow Rangers takımındaki kalecilik günlerini, sakatlanıp sporu bırakmasını, nasıl şef olmaya karar verdiğini anlattıktan sonra Guy Savoy’dan Joel Robuchon’a, yanında çalıştığı bütün ustalara selam çakıp sözü günümüze getiriyor. Dünyanın dört bir yanında ortaklarıyla açtığı çoğu Michelin yıldızlı 22 lokanta, birlikte çalıştığı diğer şefler, Tokyo’ya yaptığı yolculuklar falan filan...
Zındık bellediğim şeften beklediğim fırlamalıklar gelmeyince hafiften düş kırıklığına uğruyor ve zaplamaya devam etmek için kumandaya uzanıyorum ki, gözüm yüzünde muzip bir gülümsemeyle ‘Sahi başını derde sokan o av hikâyesi neydi Gordon?’ diye soran Letterman’a ilişiyor.
Av mı? Ne avı?yemek-mutfak * ağırlama-sofra adres-mekan içki-sigar * mey-meyhane lokanta-bar * çay-kahve ev-dekorasyon tasarım * düzenleme çiçek-bahçe televizyon * haber-dizi tatil-gezi-şehir otel-spa-sağlık yoga-reiki kişisel gelişim güzellik-makyaj moda-alışveriş sinema-tiyatro edebiyat insan-portre * |
Hikâye şuymuş meğer: Bizimki ender bulunan bir tür kutup kuşu avlamak için kalkıp İzlanda’ya gidiyor. Orada bu işi yıllardır yapan bir baba-oğulla anlaşıp denize açılıyor, günlerce yol alıp kuşların bulunduğu bölgeye varıyor ve avlanmaya başlıyorlar. Hikâyenin buraya kadarı ender bir türü avlamak dışında idare eder cinsten. Başını belaya sokan kısmı bundan sonra anlattıkları... Ne yapmış biliyor musunuz? İzlandalı baba-oğul gelenek böyle gerektiriyor diye ısrar ettikleri için avladığı ilk kuşun boynunu bir hamlede koparıp yüreğini çıkarmış ve hâlâ atmakta olan yüreği ağzına atmış. Çiğneyip de mi yutmuş çiğnemeden mi belli değil, ama ne geldiyse başına hikâyeyi bir televizyon programında anlattıktan sonra gelmiş. Ünlü şeflerinin çiğ çiğ kuş yüreği yediğini duyan İngiliz hayvanseverler ve elbette Peta, doğal olarak hop oturup hop kalkmış ama bu kadarla kalmamışlar. Olan biteni “Ertesi sabah alayı valayla açtığım, üç Michelin yıldızıyla taçlandırdığım lokantama gittim ki ne göreyim... Kapının önünde koca bir dağ. Beş araba, evet beş araba dolusu biiiiiip getirip kapının önüne yığmışlar. Bütün mahalle leş gibi biiip kokuyor. Bırak lokantaya girmeyi, biiiptirik kaldırımında yürünmüyor. Temizletmek yetmedi biiiiptiğimin kokusu günlerce geçmedi. Biiiiip hayvanseverlerin verdikleri mesajı aldım tabii: Biiiiip Gordon diyorlardı, biiiiip herifin tekisin, umarız biiiiip içinde yaşar biiiiip içinde ölürsün” diye anlattı.
Hah dedim bak oldu.
Çılgın, fırlama, zındık Gordon biiip Ramsay, dilinin şeddesini şimdi buldu.
PS: Meraklısına son kitabı Dünya Mutfağı’nı şiddetle tavsiye ederim. Amazon.com’da bulunuyor. Şefin, Londra havaalanında da yeni açılan Plane Food adında bir de yeri var. Havalaanında beklerken doğru dürüst yemek yiyebileceğiniz bir lokanta. El yakmıyor.
İstanbul mücevherleri
Selden, yıllarca ana mesleğini icra ettikten yani antikayla nefes alıp verdikten sonra, hepimizin burayı öyle seviyor ki asla yapamaz dediğini yaptı ve her köşesi billurun, gümüşün, tüy gibi hafif Osmanlı dokumalarının seçkin örnekleriyle dolu işyerini kapattı. Artık evinde çalışıyor ve çoğu arkadaşı olan müşterilerinin, dekoratörlerin, koleksiyonerlerin arayıp bulamadığı parçaları, ama un torbası gibi salladıkça tozan Türkiye’den ama yurtdışındaki kuytu bir dükkân köşesinden bulup getiriyor, sıkışan kulun imdadına Hızır gibi yetişiyordu. Ne aradığınızı şıpın işi anlar, olmayacak duaya amin demez, bir seçenek sunacaksa da doğru bir öneri ile karşınıza çıkardı.
Önceleri kendi, sonraları dostları, derken görüp beğenip satın almak isteyenler için mücevher tasarlamaya başladı. Gel zaman git zaman antikacılığı hafiften boşladı ve vaktinin çoğunu bu işe ayırdı. Bu kararda 1919 yılında Milano’da kurulan, İtalya’da çok tanınmasına rağmen Türkiye’de bilinmeyen Antonini firmasıyla kurduğu ilişkinin de payı vardı elbet.
Firmanın hiçbir mücevhercide rastlayamayacağınız modellerini satmak için bir dükkân da açabilirdi ama yapmadı. Her yıl yeni koleksiyonu tanıtmak için ince eleyip sık dokuyarak seçtiği bir mekanda küçük bir grubu ağırladığı şık davetler vermeye başladı.
Bu yılki davet, firmanın Brasilia ve Barcelona serilerinin ardından kubbelerden esinlenerek tasarladığı İstanbul koleksiyonunun tanıtımı olacağından daha da titizleniyor bu özel koleksiyon için özel bir yer arıyordu. Mimar Berna Bora, daveti Kuruçeşme’deki garajdan devşirme ofisinde vermesini teklif ettiğinde havalara uçtu.
Tamam otel istememiş, lokanta seçmemiş, farklı bir yer olsun diye diretmişti ama peki ne yenip içilecekti? Altın gibi yemeğin de hasını bildiğinden Melis Korkud ile İnanç Baykar’ın firması Propevent’te karar kıldı. İkisi de okullu, ikisi de genç, ikisi de mesleğine âşık aşçıların hazırladığı dört dörtlük mönü herkese parmak ısırttı. Ve Antonini’nin pembe ile siyah altından sınırlı sayıda ürettiği İstanbul koleksiyonunu işte böyle bir davetle tanıttı.
Selden Emre: www.seldenemre@gmail.com, www.Antonini.it