Falcının batılısı... çağdaş kahin... trend-setter...
Paylaş
LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
Rue Saint Honore’deki o güne kadar görmediğim yalınlıkta döşenmiş evden çıkarken, ev sahibesi için, bu kadın çağdaş bir káhin, diye düşündüğümü hatırlıyorum. Yıl 1987 olmalı.
Paris’te bir arkadaşımın kuyruğuna takılıp katıldığım davette kimler yoktu ki? Soyadı Picasso olan üç kişi, dünyanın en büyük modern sanat koleksiyoncusu olduğu söylenen bir Musevi, adı yaptığı şaraplar kadar bankacılıktan kazandığı servetle de dillere destan baronun en az onun kadar kibirli karısı, son filmiyle ortalığı sarsan genç bir oyuncu, sonradan ünlü bir savaş muhabiri olduğunu öğreneceğim, yerleri süpüren tilki kürkü ve gecenin ilerleyen saatlerinde fırlatıp attığı Kleopatra peruğuyla eksantrik Christine, minicik Geraldine Chaplin ve diğerleri...
Salonu dolduran bu birbirinden ilginç kişilere bakmaktan ne oluklu iki dev karton rulo üzerine yerleştirilmiş kalın cam masada sunulan yemeklere dokunabilmiş ne garson mu, oyuncu mu, cambaz mı olduğunu çıkaramadığım siyahlar içindeki sürmeli genç adamların dolaştırdığı içkilere elimi sürebilmiştim.
Bunca sıradışı ünlüyü bir odaya toparlayabilmek her babayiğidin harcı değildi. Peki kimdi bu soyadı, dönemin gözde futbolcularından birinin soyadı gibi Van der diye başlayan ev sahibesi?
Beni kuyruğuna takan arkadaşım kulağıma Hollandalı bu muktedir kadının işinin geleceği okumak olduğunu fısıldadığında gözümün önünden iki kuruşa bakla atan sokak çingeneleri, fincanın telvesiyle didişen yaşlı teyzeler, maçanın asına, kupanın papazına anlam yükleyen iskambilciler, bir tas suda fırtına koparan cinciler, kısaca bize aşina envai çeşit falcı geçmişti.
Anlaşılan o da bir tür falcıydı.
Falcının batılısı...
Gecenin sonunda kadının moda sektöründen otomotive akla gelebilecek tüm önemli sektörlere danışmanlık hizmeti veren büyük bir ajansın dediğim dedik sahibesi olduğunu anladığımda kendisine biçtiğim mesleğin adını değiştirmiştim.
Ağzından dökülecekler dört göz beklenen bu kadın olsa olsa Nostradamus’un sülalesinden gelme bir káhindi. Çağdaş bir káhin.
Sonraki günlerde ajansının çıkarttığı derginin peşine düştüğümü, o günler için gözüme hayli sıradışı gelen kaldırım taşı gibi kalın, her sayfası birbirinden ilginç kehanetlerle dolu dergiyi hayran hayran karıştırdığımı hatırlıyorum.
Dünyada böyle bir meslek, böyle bir ev, böyle bir yaşama biçimi, böyle bir kadın, böyle bir çevre olabileceğini ilk kez görmenin getirdiği şaşkınlıktan olsa gerek ne Bayan Van der bilmem neyi ne de yaptığı işi unuttum.
Aklımın bir köşesine takıldı kaldı.
Sonra, yıllar sonra, burada İstanbul’da, karşıma başında Funda Akın’ın bulunduğu Addresistanbul’un Şişli’de 12 bin metrekareye yayılan ve içinde Becara’dan Maison Riviera’ya, Kartell’den Habitat’a dünya çapında ünlü markaları barındıran sadece ev dekorasyonuna yönelik alışveriş merkezinin açılışı için gelen genç bir Fransızla konuşma fırsatı çıktı.
Onun da işi geleceğin ne getireceğini bilmekti.
Konuştuklarımızı o günlerde yeni yazmaya başladığım Gusto sayfasında dilim döndüğünce anlatmaya çalışmıştım. Laurent o günlerden bu günleri kestiren ve sonradan hepsinin doğruluğu tescillenen onlarca öngörüde bulunmuş ve kendilerini káhin olarak nitelememe hafiften bozulmuştu.
Ona göre kehanet kendinden menkul bir şeydi. Yaptıkları iş gece yatılan istiharelerle kotarılacak iş değildi. Gelecek haritasını biçmek için her biri kendi alanında uzman yüzlerce kişiye danışılıyor ve toplumbilimcilerden anlambilimcilere onlarca bilim adamı, bütün önemli iplik-kumaş üreticileri, ağır sanayiciler, çevreciler, turizmciler hatta ve hatta ruhani liderler gibi akla gelebilecek bütün alanların önde gelenleriyle işbirliği yapılıyor ancak ondan sonra dünyanın nereye evrilip devrileceğinin adı konuluyordu.
Onlar káhin filan değildiler. Onlara trend-setter deniyordu.
Kendilerini adlandırdıkları tanımlamayı sevmediğimi, trend-setter’ı da tıpkı image-maker gibi zamanla içi boşalan bir kavram olarak gördüğümü söylemiş, onlara yakıştırdığım çağdaş káhinler nitelemesinin yaptıkları işi daha doğru anlattığını belirtmiştim.
Yazımın yayımlanmasını izleyen günlerde gönderdiği küçük notu káhin diye imzaladığına bakılırsa ya ikna oldu ya da bir Fransız’dan beklenmeyecek ölçüde nazik biriydi.
Sağlık ve yemek dışında her şey kiralanacak yolculuklar insanın içine doğru yapılacak
Bundan bir süre önce Funda arayıp bu kez Nelly Rodi ajansının yaratıcı direktörü Vincent Gregoire’ı davet ettiklerini, kendisiyle görüşmek isteyip istemediğimi sorduğunda ikiletmeden evet dememin ardında 1980’li yıllarda şaşkınlıktan ağzımı bir karış açık bırakan ve o gün bu gün hálá şaşırtmaya devam eden bu meslek erbabına duyduğum merak vardı elbette. Yoksa ne Nelly Rodi ajansı diye bir ajanstan söz edildiğini duymuş ne de ajansın gurusu sayılan Vincent Gregoire’ın adını işitmiştim.
Bir de Funda’ya güvenirim. Tali olanı sevmez, şarlatanlara yüz vermez.
Gel gör ki hayat dilediğin gibi akmıyor. Vincent Gregoire’ı görmem gereken gün beklenmedik ne varsa başıma geldi. Ne saat ikideki randevuma, ne de büyük ilgi gördüğü söylenen seminerine gidebildim. Ama sorularımı Funda aracılığıyla ilettim... Hep aynı meraktan beslenen birkaç basit soru. Daha doğrusu çeşitli kılıflara bürünmüş tek bir soru: Gelecek ne getirecek?
Sevgili Funda benim için sormuş. Dün sabah hem sorularımın yanıtlarını hem de aralarında basın yayın alanında çalışanlardan tutun da mimarlar, dekoratörler, sektör ileri gelenlerinin bulunduğu kalabalık bir dinleyici grubuna verdiği seminerin tam metnini yolladı.
Vincent Gregoire yüksek eğitimini iç mimar olarak tamamlayıp Fransa’nın hatırı sayılır dekoratörlerinden Agnes Comar’ın yanında çalıştıktan sonra 1991’de yayınladığı öngörü kitapçıkları ile alanın en büyüklerinden olan Nelly Rodi Ajansı’na girmiş ve orada yaratıcı direktörlüğe kadar yükselmiş.
Birlikte çalıştığı ekip otuz beş kişi kadar olmakla birlikte o da bu işle uğraşan diğer ajanslar gibi içinde politikacıların bile yer aldığı farklı disiplinlerden yüzlerce kişiyle işbirliği yapıyor. Kendini merak böceği sokmuş biri olarak tarif ediyor. Merak onun için karakter özelliği olmanın ötesine geçmiş, yaşama biçimine dönüşmüş.
Özgeçmişinin yazıldığı satırlar böyle.
Gelelim sorulara verdiği yanıtlara..
Sorularımdan biri orta vadeli öngörü yaparken yeme içme kültürünün önde gelenlerine danışıp danışmadığıydı. Bu konuda beni mest eden bir cevap vermiş. Hayır demiş. "Büyük küçük bütün müzelerin hazırladıkları sergilere, konser salonlarının önümüzdeki yıllar için yaptıkları anlaşmalara, büyük yapımcıların kolları sıvadığı yeni film projelerinden tutun da revaçtaki çizgi film karakterlerine varana dek her alandaki gelişmeleri didiklememize karşın, bu alandan uzak duruyoruz. Çünkü günümüzde yemek kültürünün fazla oynak, fazla muğlak, fazla geçici gelişmelere sahne olduğunu düşünüyoruz. Tıpkı bir zamanların moda ve tasarım kurbanları gibi şimdilerde de yemek kurbanları olduğunu gözlüyoruz. O yüzden danışma listemizde şefler yok."
Hay ağzına sağlık!
Başka bir sorum gelecek beş yılda hayatımıza girecek en çarpıcı değişikliğin ne olacağı, beş yıl sonra artık sadece sağlık ve yemek satın alınacağını geriye kalan her şeyin kiralanacağını söylemiş ki, neden olmasın? Çağdaş káhin pek yakında araba kiralar gibi ayakkabı, masa, kitap kiralayacağımızı, işimiz bittiğinde ya da canımız bir yenisini çektiğinde kiraladıklarımızı geri verip yerine yenisini koyacağımızı belirtmiş.
Bir de dünyayı gezip görmekle ilgili söyledikleri var ki, beni yakından ilgilendiriyor. Vincent Gregoire’a göre son yıllarda büyük kitlelerin turizme gönül vermeleriyle birlikte artık pek az kişi için gezilip görülecek yer kalmış. Her yer o kadar gelişmiş, egzotik diye bilinen diyarlar bile tüketim toplumunun gazabından öylesine nasiplenmiş ki bundan böyle keşif yolculuklarının başka ülkelere değil insanın içine doğru olacağını, yeni yerler keşfetme hazzının yerini kendini keşfetme tutkusunun alacağını söylüyor.
Bir de posamızı çıkaran postmodernitenin yerine yeni bir modernite anlayışının geleceğini müjdeliyor ki sadece bu öngörüsü bile gözümde onu káhin sınıfından çıkarıp uhrevi bir sınıfa sokmama yetiyor.
Başka?
Kendini hiçbir sınıfa ait hissetmeyen yeni bir kuşaktan söz ediyor. Çifte Neo baroklardan tutun da uç noktalara savrulan çevrecilere kadar kendini farklı gören, hayattan da dünyadan da beklentileri eski kuşaklara benzemeyen yeni bir kuşak. Çizdiği özellikler öylesine net ki hepsini gözümün önüne getirebiliyorum. Onları New York’ta banklara oturmuş, Paris’te parklara yayılmış görebiliyorum.
Ama İstanbul? O gelecekte git gide bildiğimiz şehir olmaktan uzaklaşan İstanbul’un yeri var mı peki? İşte onu bilemiyorum. Yerimiz olmadığı fikri o kadar sinirimi bozuyor ki bilmek de istemiyorum.