Bu mevsimde değil iki günlüğüne, iki saatliğine bile giderim Toscana’ya. Yıldırım hızıyla, dağ taş yemyeşildir şimdi, çiçeğe kesmiştir her yer, üstelik turist basmamıştır o güzelim şehirleri diye düşünüyor ve sektirmeden elbette diyorum. Nezaketi elden bırakmamak adına seninle gittikten sonra nereye olsa giderim diye eklemeyi de unutmadan.
Biondi Santi Bağları’nı gezeceğiz diye devam ediyor Feride heyecan içinde.
Sesinde saklayamadığı bir gurur mu gizli, yoksa bana mı öyle geldi?
Romanee Conti der gibi demedi mi ne menem bağlarsa o bağların ismini?
Toscana dediğin bölge bağdan geçilmez, iyisi vardır, ortalaması vardır, işin kötüsü ortalamının altında olanı yani vasatı vardır, sözünü ettiği bu Santi acep neyin nesi?
Umurumda değil açıkçası.
O içine şato, mahzen, şarap tadımı, Babil Şarapçılık gibi sözcükler serpiştirdiği cümleler kurmaya devam ededursun, benim aklım fikrim nereye gideceğimizde. Anlattıklarını yarım kulak dinliyor ilk soluklanmasında pat diye; peki bu meşhur bağlar Toscana’nın neresinde, diye soruyorum. Parmaklarımı çapraz yapıp.
Tanrım ister misin Siena filan desin.
Grosseta yakınlarında diyor.
Grosseta mı?
Üstelik içinde bile değil, yakınlarında.
Hüsran!
Daha konuşmamız bitmeden ah Figen ah diye söylenmeye başlıyorum için için. Ömür boyu bu aceleciliğinin kurbanı oldun, başına ne geldiyse bu aculluğundan geldi, hadi git bakalım şimdi kuş uçmaz kervan geçmez dağ başına. İşin yoksa dolaş dolaşabildiğin kadar kuru omacalar arasında.
Ertesi sabah posta kutuma gezi programı düşüyor.
Programa göre, Alitalia ile sabahın altısında Roma’ya uçacak, oradan karayoluyla Tirana kıyı şeridi boyunca kuzeye, Grosseta’ya doğru yol alacağız. Güzergah üzerinde bulunan Etrüsk harabelerini gezdikten sonra öğle yemeği için Argentio yarımadasında mola verecek, saat altı sularında da Biondi Santi bağlarının bulunduğu Castello di Montepo şatosunun olduğu yere vasıl olacağız.
Otelimiz 19. yüzyıldan kalma bir çiftlik evi. İkinci gün, saat dokuz sularında bağları bir önolog rehberliğinde gezmeye başlayacak, böyle gezilerin olmazsa olmazı şarap tadımını yaptıktan sonra da şatonun şimdiki sahibi Kont Jacobo Biondi Santi ile öğle yemeği yiyeceğiz. Gerisi -kalırsa tabii- serbest zaman. Yorgunluk, uykusuzluk ve sabahın kör vaktinde tadılan şaraplardan bitap düşmezsek, Grosseta denilen köyde de bir meydan kahvesi varsa eğer, Feride ile oturur bir dondurma yeriz artık. Bir ara internete girip gideceğimiz yerleri kolaçan edeyim diyor ama hemen vazgeçiyorum.
Madem yola çıktık bahtımıza ne düşerse artık.
Düştü.
Hem de ne yalan büyük bir parça düştü.
Daha havaalanında, gözüne sapları örümcek ayaklarına benzeyen ve buram buram tasarım kokan gözlükler takmış yakışıklıyı gördüğüm an anladım bahtımıza iyi şeyler düştüğünü. Mihmandarımız Pepe diye tanıştırdı kendini. Yarı İspanyol yarı İsviçreli, beş dili sular seller gibi konuşuyor ve Sassoalloro, Schidione, Morellino di Scansano, Montepaone gibi Toscana bölgesinin yüz akı şaraplarının üretildiği J.B.S firmasında ihracat müdürü olarak çalışmaktan duyduğu gurur yüzüne bakar bakmaz anlaşılıyor. Bizi öyle sıcakkanlı karşıladı ve yol boyu anlattığı hikayelerle öyle güldürdü ki, sadece onunla tanışmak için bunca yolu gelmeye değer diye düşündüm.
Bu arada ne ön araştırma yaptığım ne de Feride ile konuşurken Brunello ve Montalcino sözcüklerini duyduğum için anlamakta zorluk çektiğim bağların önemini Pepe sayesinde çözdüm.
BÖYLE OLUR ASİLİN BAŞ KALDIRMASI
Bilenler bilir: Toscana bölgesinin Super Tuscanları diye adlandırılan şarapları, Montalcino köyü yakınlarındaki bağlardan elde edilir.
Şaraplar Sangiovese Grosso adı verilen ve bölgeye has Sangiovese üzümlerinin bir çeşidi olan üzümlerden yapılır. Bekletilmeye uygundur.
Gövdeli, güçlü, yoğun, böğürtlenden kiraza çeşitli meyve tatları barındıran bu şaraplar, Pepe’nin dediği gibi Toscana’nın adını dünyaya duyuran iddialı şaraplardandır ve yıldızları her geçen gün daha da parlamaktadır. Ziyaretine gittiğimiz Montepo şatosu da zaten Montalcino köyüne iki adım mesafededir. 18. yüzyıldan beri bölgede hüküm sürmekte olan ve şarapçılıkla uğraşan Biondi Santi ailesinde de tarih tekerrür etmiş ve baba oğul çekişmesi sonucunda mahdum Jacobo, kendi şaraplarını kendi bildiği yöntemlerle üretmek için bundan yaklaşık on yıl önce 12. yüzyıldan kalan Montepo şatosuyla şatoyu çevreleyen beşyüz hektarlık araziyi satın almıştır. Beş yüz hektar olduğu söylenen bu devasa arazinin sadece elli hektarı bağlara ayrılmıştır. Geri kalanı doğanın dengesini bozmamak, toprağın kalitesini öldürmemek için doğal halde korunmaktadır. Şarap dışında en büyük hobisi av olan kont J.B.S şimdilerde zaman zaman kendi arazisinde avlanmaktadır...
Pepe anlatırken dalıp gidiyorum.
Asillerin baş kaldırması da böyle demek.
Babana kafan atacak, gidip kendine şaşaalı bir şato alacaksın.
Bir yandan aile geleneğini sürdürüp şarap yapar, dolayısıyla babanın karşısına rakip olarak çıkarken, bir yandan da en büyük hobin olan avcılıkla uğraşacaksın.
Ohh ne ala ne ala.
Benim babama kafam atsa, değil bugünkü hayatımı yaşamak, sürünürdüm alimallah.
Yarı uyuya yarı hayal kura, yarı konuşup yarı susa ve öngörülen programı Etrüsk harabelerinden öğle yemeğine A’dan Z’ye uyguladıktan sonra Grosseto’ya varıyoruz.
Otelimiz şirin. Rustik. Aile işletmesi. Lokantası iyi. Hatta çok iyi. Elbette benim gibi bir etobur için. Vejetaryen arkadaşım Feride’ye gelince... Toscana mutfağı ragout yani her tür hamura eşlik eden kıyma demek. Hali içler acısı.
Sabaha karşı üçte yola koyulmuş olmanın yorgunluğu çok geçmeden çöküyor. Erken sayılabilecek bir saatte, tıpkı düşündüğüm gibi kuş uçmaz kervan geçmez bir tepenin üzerinde kurulu çiftlik bozması otelimizdeki odalarımıza çekiliyor ve sabah gün ışırken sessizliği delen çıngırak sesleriyle uyanıyoruz.
Sürü. Koyun sürüsü. Yolda gelirken Pepe anlatmıştı. İtalyanlar koyun sürüsü görünce avuçlarını açar ve parmaklarını oynatırlarmış. Refah gelsin, paraya kavuşsunlar diye. Hani bizde de gökyüzünde hilali ilk gören ay bereketli ve neşeli geçsin diye kahkahayı basar altına bakar ya, o hesap. Gözümde çapak, kendimi balkona atıyor ve çıngıraklarını şakırdata şakırdata aheste adımlarla tepelere seğirten koyunları görmemle parmaklarımı oynatmaya başlıyorum.
Sabahın köründe nereden çıktı bu paraya duyulan iştah?
Babaya başkaldırma yöntemi beni bozdu anlaşılan.
Sekiz dolaylarında Feride’nin odasının kapısını çaldığımda karşıma Feride yerine Feride’ye benzer biri çıkıyor: Migren!
Migren demek sefahat yerini sefalete bırakacak demek.
Aklım arkadaşımda gözüm arkada, sözleştiğimiz saatte dakika sektirmeden otelin önüne gelen Pepe’nin peşine takılıyor, şarap üreticisi, av düşkünü, fotoğraflarındaki gibiyse müthiş yakışıklı ve sabah ayazında bana parmak şıklattıran kontla tanışmak ve elli hektar olduğu söylenen müthiş bağları gezmek için Castello di Montepo’ya yollanıyorum.