Paylaş
Kendisinin 2016 yılında çıkan Emanet Zaman romanıyla işgal dönemi İzmiri'nin artık bir ütopya sayılabilecek zenginlikteki insan profilini, kültürel zenginliğini tanıdım. Suman'ın son romanı Yaz Sıcağı'nın ise Kıbrıs’ta 1974 sonrası yaşanan hem toplumsal hem insani dramlardan yola çıkan bir hikayesi var. Romanın baş kişisi 'yaşıtım' Melike’nin 40’lu yaşlarla tanışmış, şehirli, eğitimli bir kadının gözünden anlatılan hikayesi de kendime dair çözümlemeler yapmada eşlik ediyor bana. Defne Suman'la bir araya gelip bu kadının hikayesini biraz daha dimlemek istiyorum.
- Hem geçen yıl yayınlanan Emanet Zaman’da hem de Yaz Sıcağı’nda bölünmüşlükler, kimlik farklılıkları hikayenin alt metnini oluşturuyor. Okurun tarih bilgisini, algısını geliştirmede de katkın var.
- Ben de kendi kitaplarım sayesinde tarihle ilgili daha da bilgi sahibi oluyorum. Başlangıçta tarih üzerinden bir hikaye anlatmak üzere yola çıkmadığımı da söyleyeyim. Mesela bölünme meselesi hep aklımda ama bu konuyu esas birey üzerinden düşünüyorum. Toplumların bölünmesi üzerine düşünmekle başlamıyorum işe. Aslında kendimin bir meselesi oluyor o sırada..
-Peki aile geçmişinin bu anımsamayla bir ilgisi var mı?
Özellikle esinlendiğim bir aile hikayesi yok. Ama tarihe merakımın başlamasında belki aile tarihimi araştırmanın payı var, haklısın. Kanada’da psikolojik danışmanlık eğitimi alırken bir ödevimiz ailemizin tarihçesini öğrenmekti. Dedenin çocukluğu nasıl geçmiş, okulda nasıl bir öğrenciymiş gibi. Kısaca kişisel tarihinizin konuşulmayan taraflarını araştırmak üzerineydi. Bu dönemde baba tarafımın aslında hiç bilmediğim bir aile olduğunu keşfettim. Bunu bilmiyor olmam da kendi içimde başlı başına bir meseleydi. Onları araştırırken tarihe ve tarihin aktörlerine yani o zamanın insanlarının yaşam biçimlerine, iç dünyalarına bir merak duymaya başladım bir taraftan. Yine de çıkış noktamın kendi içimde bir mesele olduğunu söylemeliyim. Yapacağım eklemeler zamanla dolmaya başlıyor zihnime...
-Bu kitabı yazarkenki kişisel mesele, 40’larına evrilen kadının bir gün yitireceği cinsel cazibesini, gücünü masaya yatırması, üstüne düşünmesi miydi?
- Evet, 40 yaşına merdiven dayamış bir kadının evlilikle, cinsellikle, erkekleri baştan çıkarma gücüyle hesaplaşması üzerine düşünerek yola çıktım. Bir bakıma kendimle de ilgiliydi; ben de benzer deneyimi yaşadım, bu gücümü bir şekilde toplumda kadın olmaktan almışım. 40 yaşına gelirken insan ister istemez şunu düşünüyor, “eyvah bu artık benim elimden gidecek. 50 yaşımda ben aynı cazibeyle var olup duruşumu devam ettirebilecek miyim? Yoksa kendimi yeniden keşfedip gücümü başka bir yerden almayı mı araştırmalıyım?” gibi sorular aklıma gelmişti. O meseleye bakayım derken de hikayenin yeni katmanları ortaya çıktı.
- Tarihin geri planda sana yardım ettiği roman tipi hoşuna gitti diyebilir miyiz? Bunla ilgili çalışmaya devam edecek misin?
- Ben tarihi hep çok sevmişimdir, lisede de en sevdiğim ders tarihti. Mekanların aynı kalmasını da seviyorum. Yine İstanbul’dayız ama diyelim ki yüz yıl öncesindeki İstanbul, İzmir yine duruyor ama çok değişmiş haliyle... Bir de hep kalıplar halinde biliyoruz tarihi, kalıplar duruyor ama o kalıpların altında ben acaba o sırada yaşasaydım ne hissederdimi düşünmek istiyorum. Bilmem kaç yıl sonra ‘İzmir yandı!’yı duymak başka, ‘Nişantaşı yanıyor’u şu an duysam hissedeceklerim bambaşka.
-Tarih kadar kimlik farklılıkları da hep merceğinde.
-Bu herhalde sosyoloji eğitimi almamdan geliyor diye düşünüyorum. Bütün işimiz kimlik araştırmaları; yani hangi grup kendini nasıl tanımlıyor, bir grup devletten ya da toplumdan diğerine göre başka bir muamele mi görüyor gibi konularda çokça çalışmalarımız oldu. Ama şunu da düşünüyorum; sosyolojiye beni götüren de aslında meraktı. Farklı kimliklerin kendilerini tanımlama biçimleri beni hep çok ilgilendiriyordu. Ben çocukken de "acaba ben Yunan olsam Türkler’i nasıl görürdüm, ordan bakınca burası nasıl görünüyor" diye düşünürdüm. Bu zihin jimnastiği bana hep çok ilginç ve çekici geldi, malzemem de bol oldu doğrusu.
- Kendinden yola çıksan da başkalarının hikayeleri ne kadar etkiliyor roman yazarını?
-Sürekli topluyorsun hikayeleri. Ama şunu da unutmamak gerekiyor, acaba ne hissetti, o sırada ben olsam ne hissederdim. Muhtemel bir duyguyla yola çıkıyorum. "Bunu yaparken çok korkmuş olmalısın" veya "çok sıkıcı bir şey olmadı mı bu senin için" gibi sorular soruyorum. Karşımdaki evet çok korktum diyorsa mesela ben yine iç referansımı kullanmış oluyorum. Ya da hayır hiç korkmadım benim için daha çok kederdi diyorsa "haa! hikaye o zaman o renkte bir hikaye" diyorum.
-Zamanında çok beğenilen blog yazıların mı tetikledi seni roman yazmaya? Arada öykü dönemin oldu mu hiç?
-Hiç öykü dönemim olmadı, olacağını umuyorum. Öykü bana böyle çok ileri edebiyat gibi geliyor yani roman, öykü, şiir... Ben onları öyle dizmişim kafamda, en yukarıda şiir var... Bloglara gelince, çok keyifli bir dönemdi benim için, ilk defa okurla buluştuğum yer bloglardı. Ben hep yazdım, aslında hep de kurgu yazdım. 2007’de blog diye bir şey varmış, ben onu köşe yazısı diye düşündüm ve köşe yazısı diye yazdım ve okurdan çok güzel geri bildirim geldi. Okurdan "biz okuyoruz, bunun devamı gelecek mi" yorumları gelince "aa okur o kadar korkunç bir şey değilmiş, okurdan o kadar korkmama gerek yokmuş" deyip blog kapısından girdim, sonra da o ilk sevdam olan kurguya; romana geri döndüm.
-İlk kitabının hayata geçişinden bahsedelim mi?
O çok güzel bir süreç oldu benim için. Saim Koç, Kural Dışı Yayınları’ndan Mavi Orman’ı basmıştı. Mavi Orman benim bloglarımdan oluşmuş bir deneme kitabı. Ben ikinci Mavi Orman’ı götürdüm Saim Koç’a ve "bir tane daha Mavi Orman yazdım, bunu da basalım" dedim. Kendisi "bu anlatmak istediklerini romanda anlat çünkü okurun yüreği romana gider daha çok, deneme çok da kucaklanmaz" diyerek beni roman yazmaya cesaretlendirdi. Stephan King’in "On Writing - Yazmak Üzerine" diye çok güzel bir kitabı var. Orada da gerekirse ortadan bir sahneden başlayın diyor. Ben de egzersiz yapayım dedim ve aklıma gelen ilk sahneyi yazdım ve gördüm ki gidiyor. Kendiliğinden çıktı o roman. Sancılı yerleri oldu, tıkandı açılmadı filan ama nerdeyse başka bir güç, yaratıcı güç diyorum ona, o var işte... İlham perisi hakikaten beklersen geliyor ve sana yazdırıyor.
-Bu denli hızlı üretebilmende muhakkak disiplinli çalışmanın payı var. Aynı zamanda yıllardır hocalık seviyesinde yoga yapıyorsun.
Ben disiplini çok severim, çok disiplinli bir lisede okudum. Klasik bale yaptım, o da disiplin üzerinedir. Her gün 4 saat edebiyat saatlerim var; sadece yazmayı değil yan okumaları da içeren. Önce dilin çözülsün diye bir şeyler okuman lazım. Bu tabiî kırılıyor, her gün aynen sürdürmek mümkün değil. O günlerde rutinimi özlüyorum.
-Atina’da yaşıyor olmak ne kadar yardımcı oluyor bu tertibe?
-Atina’da olmuyor, İstanbul daha iyi. Atina o kadar neşeli ve o kadar güzel bir ışığı var ki. Sabah kalkınca "şimdi kim kapanır bir odaya dışarıda bu ışık varken" diye de düşünüyorum! En güzeli İstanbul kışında çalışmak. İstanbul’da kar yağsın, hayat kilitlensin ve ben dışarı bakayım pıt pıt pıt karların yağdığını göreyim, tepeler beyazla kaplansın... İşte en sevdiğim çalışma zamanları.
Paylaş