EGE’de tahrik. Ege’de kriz. Birkaç gündür Yunan basını bu başlıklarla çıkıyor. Yunan Savunma Bakanlığı ‘kaynakları’na atfen kaleme alınan haberlerde, Türk Sahil Güvenlik Komutanlığı’na ait teknelerin Kardak kayalıklarına yaklaştığı ileri sürülüyor.
İki Türk savaş uçağının Yunan hava sahasını ihlal ettiklerini yazıyor gazeteler.
Önceki gün, Ankara’da Dışişleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada ise Türk askeró uçak ve gemilerinin olağan faaliyetlerini sürdürdüğü söyleniyor.
İşin esası şu. Olimpiyatlar nedeniyle Türkiye Yunanistan’a jest yaparak Ege’deki rutin tatbikatları azaltmıştı. Gerçekten de bu yaz Bozcaada’da, jet uçaklarının insanın yüreğini hoplatan korkutucu gürültülerini pek duymamıştık.
Ama anlaşılan, Olimpiyatlar bitti, tatbikatlar da yeniden başladı. Dışişleri Bakanlığı açıklamasında da belirtildiği gibi, eskisi gibi, yani olağan faaliyetler bunlar.
Ama işte mesele burada. İki tarafın olağan ve uluslararası yasalara göre kendisine ait gördüğü hakkı, diğer taraf kabul etmiyor.
Ege sorunu dediğimiz kıvılcım da, tarafların istedikleri anda kriz çıkartabilecekleri bir araç haline geliyor.
Avrupa Birliği’nin Türkiye ile müzakerelerin başlaması için karar vermeye çalıştığı bir dönemde, Ege’deki ‘statüko’yu kaşımak, ne Türkiye ve Yunanistan’a, ne de kendi siyasi acendaları için çatışmadan medet umanlara yarar.
Her şeyden önce, Kardak krizinden bu yana geçen sekiz yıl içinde köprülerin atından çok sular aktı.
* * *
‘KUŞKUSUZ, son yıllarda köprülerin altından çok sular aktı.
Yunanlılar tabuları sarsmaya, Türkleri yeniden keşfetmeye başladılar.
Artık fesli ve pala bıyıklı Türk imajını işleyen karikatürlere pek rastlamıyorum.
Bir sabah radyoyu açtığım zaman, Türkler adalarımızı işgal etmeye geliyorlar diye nefes nefese bağıran sunucuları da duymuyorum artık.
Önemli adımlar atıldı.
Ama ya Türk sendromu?
Aşılabildiğini söylemem zor...’
Nur Batur, ‘Yürekten gülerekten yürüdüm’ kitabında böyle söylüyor. Hürriyet Gazetesi’nin temsilcisi olarak Atina’ya gider gitmez patlayan Kardak krizinin perde arkasını, Öcalan skandalını, Yunanlıların Türk sendromunu anlatıyor Nur Batur, Doğan Kitap’tan yayınlanan yeni kitabında.
95’ten 99’a kadar, Türk-Yunan ilişkilerinin en gergin olduğu dönemde tek başına, küçük kızıyla birlikte Türk kadın gazeteci olarak Nur’un, yaşadıklarını biliyorum. Kırmadan, dökmeden, atlamadan ve bence en önemlisi caymadan yürüyerek, izini bıraktı.
* * *
1999’da, Türk-Yunan ilişkilerindeki yakınlaşmadan, ‘dostluk rüzgarı esmeye başladığı andan itibaren bana ilgi öylesine arttı ki şaşırdım doğrusu’ diyor kitabında Nur.
Evet en son, haziran ayındaki NATO Zirvesi sırasında bu ilgiye tanık oldum. Nur’un, yeni Savunma Bakanı Spilyotopulos ile yaptığı röportaj büyük gürültü kopartmıştı. Çünkü Yunan Savunma Bakanı, ‘Eğer Türkiye kıta sahanlığı ve kara sularında uzlaşmayı kabul ederse, hava sahasında 10 milden vazgeçeriz’ demiş ve bizim gazetede manşetten yer almıştı bu sözler.
Atina derhal yalanladı. Ama o gün biz, NATO Zirvesi’ni izlerken, birçok Yunanlı meslektaşımız Nur Batur’a gelip, onun haberinin doğruluğundan şüphe etmediklerini söylüyorlardı. Basın merkezinin kurulduğu Askeri Müze’nin bahçesinde Nur ile yan yana oturuyorduk. Gözlerime inanamadım. Gerçekten de nerelerden gelmişti buralara. Atina’daki ilk yıllarında, Nur’un MİT ajanı, Türk hükümetinin adamı olduğu dedikodularını yayan Yunanlı meslektaşlarımız rahatlamışlardı. Hükümet savunuculuğu yapmıyorlardı artık. Dayanışma ön plandaydı. Nur’un hiç mi payı yoktu bu değişimde?
İşte o yüzden, krizden medet umanlara sesleniyorum. Altı yıl önceki gibi değil. Cem-Papandreu ile başlayan ve toplumlara kademe kademe yayılan yakınlaşma, bazı şeyleri değiştirdi. Değiştirmeye de devam ediyor. Bu süreci baltalamak kimseye yaramaz. Çünkü her iki taraftan da bunun hesabını soranlar mutlaka çıkacaktır.