Ferai Tınç

Savaşın toplumsal bedeli de ağır

27 Aralık 2002
<b>KÖRFEZ</B> Savaşı'nın aksine bu kez Türkiye kolay karar veremiyor. On bir yıl önceki savaşın bedelini sadece ekonomik değil, toplumsal faturaları da göğüsleyerek ödemek durumunda kalan bir ülkenin kararsızlığı bu.

Savaşı istemeyen, çatışma yıllarının yaralarını sarmaya çalışan bir halkın tepkisi de var işin içinde.

1990 yılında, Cumhurbaşkanı Turgut Özal da Körfez Savaşı'na katkı karşılığında Washington'a bir ihtiyaç listesi vermişti.

Borçlar hafifletilmeli, Türkiye'nin askeri modernizasyonuna destek verilmeli, tekstil ithalatına konan kısıtlama kaldırılmalıydı.

Özal'ın istekleri yerine getirildi getirilmesine ama nasıl?

82 milyon dolarlık acil yardım, Türkiye'ye yapılan yardıma 1991 için 282 milyon dolar ek, askeri yardım ve tekstil ihracatında 1991 için 150 milyon, 92 için 200 milyon dolar artış sağlandı.

4.2 milyar dolarlık Türk Savunma Fonu oluşturuldu (Suudi Arabistan, Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri de katıldı). Mısır'a F-16 satıldı ama hiçbir Arap ülkesi Türkiye'den bir şey almak istemedi. Zaten bu fonun bir kısmı daha ileriki yıllarda, F-16 finansmanı karşılığında ABD'ye geri döndü.

Türkiye'nin on yıl içindeki zararı ise 100 milyar dolardı. Aldıklarının çok çok üzerinde bir rakam.

Savaştan sonra Türkiye, BM anlaşmasının ekonomik yaptırıma katıldıkları için zarara uğrayan devletleri kapsayan BM'nin 50. maddesinin işletilmesini istedi zararı telafi etmek için ama ABD'yi ikna edemedi.

* * *

SAVAŞ, ekonomiye öyle bir darbe vurdu ki belimizi doğrultamadık.

İşte somut bir iki rakam.

1990'da Türkiye'nin büyüme hızı yüzde 9.5 iken, savaştan bir yıl sonra yüzde 0.5'te kala kalmıştık.

Körfez Savaşı sırasında bütçe açığı yüzde 210'lara dayanmış, bugün düşürmek için uğraştığımız enflasyon bir yılda yüzde 15 puan artmıştı.

Bunun karşılığında Özal'ın beklediği olmadı. Türkiye bölgenin yeniden şekillendirilmesinin aktörleri arasında yer almadı.

Örneğin, Körfez Savaşı'nın ikinci adımında, yani Ortadoğu Barış süreci için toplanan Madrid Zirvesi'ne davet bile edilmedi.

Türk askerlerinin Kuzey Irak'ı denetimine Çekiç Güç ve sonradan Keşif Güç'e sağlanan olanaklar karşılığı göz yumuldu.

Tahmin edildiği gibi olmadı, ABD Saddam'ı devirmedi ve Türkiye on yıl Saddam Yönetimi ile komşuluk ilişkilerini sürdürmek durumunda kaldı. ,

* * *

AMA esas bedel, Körfez Savaşı'nın siyasal sonuçlarında ödendi.

100 milyar dolar zararın karşılığı yoksulluk, umutsuzluk, Türk ve Kürt kökenli gençlerin kanı, karanlık ilişkiler ağı içinde palazlanan yolsuzluk düzeni, Susurluk'lar, faili meçhuller olarak yansıdı topluma.

Demokratikleşme ertelendi, Kürt sorununu çözemedik. Terör, Türkiye'nin komşularıyla ilişkilerini olumsuz etkiledi, Yunanistan ile sorunlar arttı, Kıbrıs çözümsüzlüğe gömüldü, Avrupa yolu dikenlendi.

100 milyar zararın bedeli buydu, 150 milyarınki ne olur?

İşte şimdi aradığımız yanıt bu.
Yazının Devamını Oku

Casuslar savaşı

23 Aralık 2002
<B>UZUN </B>sürenden beri haberler geliyordu, dünden itibaren gazetelerde de yeralmaya başladı, Kuzey Irak CİA ajanlarının üssü haline gelmiş durumda. Bir yandan bölgenin girdisi çıktısına ilişkin bilgi toplarken, bir yandan da yardımcı elemanlar eğitiliyormuş. Hatta, bazı yerel unsurların CİA ile irtibat büroları bile oluşturdukları ileri sürülüyor. İstihbaratçılar çoğu zaman gazeteci kılığında dolaşıyormuş bölgede.

İran, sınırındaki bu operasyondan duyduğu sıkıntıyı kürt liderlere iletmiş. Suriye de tedirgin. Saddam'ınkilerden, Bush'unkilere kadar uzanan yelpazade komşu ülkeleri de hesaba kattığımızda, Irak'ta kıran kırana bir casuslar savaşıyla da karşı karşıya olduğumuz meydanda.

Bu savaş, askeri bir operasyon sırasında ama daha da önemlisi, yeni bir yönetimin oluşturulması döneminde şiddetlenecek.

Ortadoğu'daki dengeleri değiştirecek olan bu süreçte, farklı çıkarların üstelikte petrol gibi bir kaynağın denetimi sözkonusu olduğunda nasıl karşı karşıya geleceğini tahmin etmek zor değil.

Amerikalı stratejistler, Saddam rejiminin devrilmesinin zor olmayacığını söyleyip kamuoyu yaratsalar da bu kadar çok casusun birbirini kolladığı, işbirlikçiler edinmek için para döktüğü, birbirinine karşı kullanılacak gruplar oluşturduğu bir coğrafyada istikrar sağlamak kolay mı?

* * *

SADDAM
sonrası yeni yönetimde etkinlik peşinde sadece devletler koşmayacak, büyük petrol şirketleri ve bugün hiç hesapta olmayan başka küresel aktörler de devreye girecek.

Bu istikrarsızlık, bölgede varolan muhalif hareketlerin aradan sıyrılıp, öngörülmeyen durumlara yol açabilecekleri ortamı yaratıyor.

Kuzey ırak'ta yaşayanların belleklerinde, yabancı istihbarat örgütleri tarafından düşman karşısında yarıyolda yapayanlız bırakılmışlığın anıları hala canlı. Sadece Kürtler değil, Türkmenler de Saddam'ın Erbil'e saldırısı sırasında yanlız kalakalmışlardı.

Bu yüzden de bölgede muhalefet hareketleri, büyük güçlerle işbirliği yapmak zorunda olan iktidarlar, yada iktirdarda olan gruplara göre kitle temeli açısından daha şanslılar. İstikrarsızlığın boyutlarını şimdiden kestirmek gerçekten mümkün değil.

* * *

TÜRKİYE
giderek, Washington'un planlarında öne çıkmaya başlıyor. Üslerin kullanımı meselesinden sonra şimdi de sırada Saddam'dan kaçırılacak bilimadamlarının Türkiye'de sorgulanmaları var.

ABD, silah denetçilerine Irak'ın kitle imha silahları programında yeralan bilimadamlarının listesini verdi.

Aralarında, kimyasal silahlar konusunda uzmanlar da var. Onlara, Saddam'ın ajanlarından önce ulaşıp yapmış oldukları çalışmalar hakkında bilgi vermeye ikna edebilirlerse, aileleri ile birlikte götürülecekleri üç yer var. Kıbrıs Rum Kesimi, Ürdün ve Türkiye.

Önümüzdeki günlerde belkide özel sorgu odaları kurması istenecek Türkiye'den ve aileleriyle birlikte bilimadamalarını suikastlerden, ajanlardan korumak için kamplar oluşturması gündeme gelecek.

* * *

ÇEVREMİZDE
kazan kaynarken biz karanlıktayız. Kuzey Irak'ta yabancı gazeteciler harıl harıl çalışıyor, bizlerin bölgeye gidip kamuoyunu aydınlatabilmemiz ise hala Türk devletinin çok özel izinlerine bağlı.
Yazının Devamını Oku

Savaşa giderken bu ne ketumluk

22 Aralık 2002
<B>YAZ</B> başında Bağdat sıcağında susuzluğumu bastıran tek şey<B> ‘‘Lehm-i Basra’’</B> çayıydı. Limon çiçeği kokulu bu incecik tadı veren bitkiye Basra limonu da diyorlardı. Bu keyif, Basra'nın Körfez savaşı sırasında seyreltilmiş uranyuma en fazla maruz kalan topraklar olduğunu anımsayana kadar sürdü.

Keyfimizi yine kaçıracak yeni bir döneme, doludizgin gitmekteyiz. Üstelik de hazırlıksız, bilgisiz ve şaşkın.

* * *

GEÇEN hafta, Kopenhag Zirvesi'ne öyle dalmıştık ki, startını Başkan Bush'un verdiği çiçek aşısı kampanyasını ıskaladık.

Bu kampanya, olası bir Irak savaşı sırasında kimyasal intikam operasyonlarına karşı Amerikan askerlerini ve halkını korumak amacıyla alınan bir ilk önlemdi.

Amerikan istihbarat kaynakları tarafından yayınlanan uyarılarda Saddam Hüseyin'in, can havliyle her türlü çılgınlığı yapabileceği vurgulanıyor. Kimyasal silahlarla imha operasyonlarının çok geniş bir hedefe ulaşabileceği ileri sürülüyor.

Amerikan Genelkurmay Başkanı General Richard Myers: ‘‘Evet savaşa hazırız ama kolay olmayacak. Bunu çok iyi biliyoruz’’ diyor.

* * *

İTİRAF etmek gerekir ki, geri sayım başladı. Bağdat'tan gelen ilk sonuçlar parlak değil. Takvimleri işaretlemeye başladılar.

27 Ocak en kritik tarih.

O gün, BM denetçileri Irak'taki çalışmalarıyla ilgili son raporlarını sunacaklar. Washington'un, Ocak ayının son haftası savaş konusunda karar vermesi bekleniyor.

Biz bu savaşı istemiyoruz, ama bir yandan da ABD ile hazırlıklar sürüyor.

Washington Post Gazetesi'nin 5 Aralık tarihli bir haberinde, Türk ve Amerikalı askeri yetkililer arasında planlama çalışmalarının, ABD Savunma Bakan Yardımcısı Wolfowitz'in Türkiye'ye ilk geldiği temmuz ayından bu yana devam ettiği iddiası yer alıyordu.

Güneyden Kuveyt ve kuzeyden Türkiye, Saddam'a karşı savaşın en önemli iki ayağı.

Yine Amerika'dan gelen haberlere göre Türkiye'ye Amerikan savaş uçakları, özel timler ve ‘‘on binlerce’’ asker konuşlandırılmak isteniyor.

Türkiye de bu sürece ayak uyduruyor. Üslerdeki olanakları belirleme izni verildi. Uzmanların hangi koşullarda bu çalışmayı yapacaklarını belirleyen bir mutabakat belgesinin imzalanmasından sonra çalışmaların Ocak ayının ikinci haftasında, büyük bir olasılıkla 10'unda tamamlanarak raporların hazırlanacağı, ardından da gerekli inşaatların ve alt yapı hazırlıklarının tamamlanacağı söyleniyor. Ocak ayı sonuna kadar bu süreç tamamlanacak.

* * *

EVET takvim belirginleşiyor, hazırlıklar tüm hızıyla sürüyor. Sessiz sedasız izinler veriliyor. Ordu, Dışişleri, Hükümet, hatta Hazine de bu sürecin içinde, yani Körfez Savaşı'nın aksine bu kez geniş bir ekip çalışması yapılıyor.

Bir yetkili, ‘‘91'de ağzımız yandığı için bu kez devlet organize oldu’’ diyor.

İyi de bizim bilgilenmemiz ve muhtemel risklere karşı korunmamız için neler yapılıyor?

Anlaşılan Türk kamuoyu savaşa karşı olduğu için ‘‘organizasyon’’ dışı.

Ama savaşa karşı olmak, bilgisiz ve korunmasız bırakılmayı gerektirmiyor.
Yazının Devamını Oku

Fırsat kaçırmanın bedeli yok mu?

20 Aralık 2002
<b>ÇOK</B> kritik bir dönemeçte, Türkiye'nin önemli meselelerinin kamuoyu tarafından şeffaf bir netlikte bilinmesi gerekiyor. <br> KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş, dün basın toplantısında Kopenhag'a neden gitmediğini açıklarken net değildi.

Denktaş, ‘‘Klerides, Kopenhag'a Kıbrıs Cumhuriyeti'nin devlet başkanı olarak davet edilmiştir. AB'nin daveti Klerides'e yapılmıştır. Kıbrıs Türklerinin varlığı bile kaale alınmamıştır’’ dedi.

KKTC Cumhurbaşkanı, Kopenhag'a gitmemiş olmasını bu gerekçeye bağlıyordu.

Doğru. AB Dönem Başkanı Danimarka, Klerides'i Kıbrıs Cumhurbaşkanı statüsü ile Kopenhag'a davet etmiştir.

Çünkü, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin temsilcisi Rum yönetimidir.

Maalesef ne Denktaş'ın yıllarca verdiği mücadele, ne danışmanlarının tavsiyeleri, ne de Türk diplomatlarının uğraşı bu durumu değiştirememiştir.

Bu başarısızlığın nedenini tabii ki sorgulamak gerekir.

* * *

AMA şimdi başka bir konuya dikkat çekmek istiyorum. Denktaş'ın reddettiği davet AB'nin daveti değildir. Çünkü AB başkanlığı zaten Denktaş'ı davet etmiyor.

Kopenhag'a Kıbrıs Türk ve Rum liderlerini eşit muhataplar olarak davet eden Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan'dır.

Denktaş'ın reddettiği davet budur. BM çerçevesinde yapılan davet olumlu sonuç verseydi, Annan planı çerçeve olarak kabul edilseydi eğer, Denktaş da Kopenhag'daki aile resminde azınlık lideri olarak değil, Kıbrıs cumhurbaşkanlığını Rumlarla rotasyon temelinde paylaşacak olan parça devletin Türk Cumhurbaşkanı olarak yer alacaktı.

Çünkü Brüksel, anlaşma sağlanması halinde Avrupa Birliği kurallarını-müktesebatını- BM planında varılan anlaşmaya tábi kılacağını açıkladı.

Bu fırsat kaçırıldı.

* * *

DENKTAŞ ve Türkiye Dışişleri Bakanlığı, Kopenhag'da anlaşmaya yanaşmayan tarafın Klerides olduğunu açıkladılar.

Türk tarafı, önerileri müzakereye hazır olduğunu bildirmişti ama Alvaro De Soto, Klerides'in hazır olduğunu Türk tarafına ‘‘teyit edememiş’’ti.

‘‘ Dolayısıyla Kopenhag'da bu öneriler üzerinden bir çözüme varılamamış olmasının sorumluluğu Türk tarafına ait değildi.’’

Ne kadar geç kalan bir açıklama!

Kopenhag'da yüzlerce yabancı gazeteci Kıbrıs ile ilgilenirken neden kimse çıkıp bu gerçeği açıklamadı?

Neden, Helsinki belgesindeki ‘‘Kıbrıs'ın üyelik kararı verilirken, ilgili tarafların çözüm konusundaki yaklaşımları dikkate alınacak’’ ifadesi hatırlatılıp ‘‘Bakın, Kıbrıslı Türkler çözümü kabul etti, Rumlar direniyor’’ gürültüsü kopartılmadı?

Beş gün sonra yapılan açıklama, Kopenhag tutumunu haklı çıkartmaktan çok orada kaçırılan fırsatları gösteriyor.

Siyasi iradesini devlete yansıtması engellenen hükümetin zaafı ile elini taşın altına koymak istemeyen bürokrasinin çekingenliğini ortaya koyuyor.
Yazının Devamını Oku

Kopenhag sonrasının ev ödevleri

16 Aralık 2002
<B>KOPENHAG'</B>da, kar başladı. Zirve patırtısı, yerini noel hazırlıklarına bırakırken, üyeler, üyelik daveti alanlar ve adaylar, ellerinde uzun bir yapılacak işler listesi ile evlerine döndüler. Üye ülkeler, her şeyden önce yeni gelenlerin katılım anlaşmalarını 16 Nisan 2003'te imzaya hazır hale getirmek için kolları sıvayacaklar. 1 Mayıs 2004'ten itibaren de anlaşma yürürlüğe girecek.

Böylece, 2004 yılında Avrupa Komisyonu Başkanı Prodi'nin ayrılmasından ve yerine yeni bir başkan seçilmesinden sonra, yeni üyeler de 1 Kasım 2004'de seçilecek olan Komisyon'da yerlerini alacaklar.

Aynı tarihte, Nice anlaşması da yürürlüğe girecek ve genişlemiş Avrupa Konseyi'nin oylamalarını yeni sandalye dağılımı etkileyecek.

Bizim için bu, yeni üyelerin de Türkiye ile ilgili kararlarda etkili olacağını şimdiden dikkate almak ve ilişkilere AB içinde 'ortaklık' perspektifini de etkin bir biçimde eklemek gerektiği anlamına geliyor. Hem de zaman geçirmeden.

Tabii, Konvansiyon çalışmaları da hızla ilerliyor. Yeni Avrupa'yı belirleyecek ilkeler olgunlaşıyor. 2003 Haziran ayında Valerie Giscard D'Estaing, Konvansiyon'un çalışmasını Selanik Zirvesi'nde sunmaya hazırlanıyor.

Helsinki'den sonra, siyasi irade eksikliği nedeniyle yitirilen zamanı telafi etmek için, 2004'e kadar Avrupa'nın hızlı değişim ivmesini yakalamak şart. Yoksa ileri adım atabilmek mümkün değil.

Yeni hükümetin, geçen dönemde parlamentoda yarım kalan bir girişimi yeniden canlandırmak istediği anlaşılıyor. Tayyip Erdoğan, Meclis'te Avrupa ile ilişkileri izleyecek bir 'Avrupa Komisyonu'nun kurulacağını açıkladı.

Sivil toplumun, önümüzdeki dönemde bu sürece etkin bir biçimde sahip çıkmaya devam edeceği anlaşılıyor, iktidar ve muhalefeti ile parlamentonun, daha örgütlü bir çalışma içine girmesi olumlu sonuç verecek kuşkusuz.

* * *

KOPENHAG
Zirvesi'nde Türkiye ile ilgili sadece bir tarihten söz edilmedi. Başka önemli unsurlar da var. Türkiye'nin müzakerelere başlamak için öncelikli koşulu Kopenhag siyasi kriterlerinin yerine getirilmesi. Bu konu net biçimde ortaya çıktı. Diğer adayların önemli bir kısmında ekonomik kriterler de önem kazanıyordu. Türkiye'nin bu açıdan daha az sorunu var.

Siyasi kriterler ise Katılım Ortaklığı Belgesi'nde ve ona göre hazırlanması gerekirken, kuşa çevrilen ve şimdi bizi sıkıntıya sokan Ulusal programda belli. Ancak Kopenhag'da yeni bir karar alındı.

'Türkiye'ye AB üyeliğinde yardımcı olabilmek için' katılım stratejisi güçlendirilecek.

Bu kapsamda Kopenhag, AB Komisyonu'nu iki konuda karar almaya davet ediyor.

Biri, yapılan yasal değişikliklerin daha sıkı bir biçimde izlendiği 'yakın markaj' sürecini yoğunlaştırmak, diğeri ise Katılım Ortaklığı belgesini gözden geçirmek.

İşte bu sonuncusu çok önemli. Siyasi kriterler başlığı altında, Türkiye'nin karşısına -soykırımdan, özerk bölgeler ilanına kadar- saçmalıklar çıkartılmaması hatta var olanların aşılması için bu sürece de iyi hazırlanmak gerekiyor.

Eğer bu yolu yürümekte kararlıysak, ‘‘ortaklar arası müzakere’’ stilini öğrenerek, kıran kırana pazarlıklara hazırlanmalı, çalışmalı, çalışmalı, çok çalışmalıyız.
Yazının Devamını Oku

Kıbrıs'ta ambargo kalkıyor

15 Aralık 2002
<B>EĞER </B>Cuma akşamı, Zirve'nin yapıldığı Bella Center'da, basın toplantılarının düzenlendiği odalardan, kapısında Kıbrıs yazanında yaşadıklarımı paylaşsaydınız duygularımı anlardınız. Kıbrıs Rum yönetimi temsilcileri, gazetecilerine Avrupa Birliği üyeliğinin ilk müjdesini verdiler ve kendi geleceklerinin yol haritasını ana hatlarıyla çizdiler. Toplantıdan sonra herkes hızla haber yetiştirmeye koşarken, önümü kesen bir Kıbrıslı Türk gazeteci, patlamak üzere bir volkan gibi, 'Siz şu anda benim ne durumda olduğumu anlayamazsınız. Anlamanıza imkan yok' dedi 'Yunanistan'ın yeri belli, Kıbrıslı Rumlar Avrupa vatandaşı artık, siz bir tarih aldınız önünüzü görüyorsunuz. Ya biz? Ya biz neyiz? Kabile miyiz bu dünyada? Nerede bizim geleceğimiz?'

* * *

RECEP Tayyip Erdoğan, önceki akşam zirve sonuçlarını bize değerlendirirken, 'Kıbrıs'ta bir yapı var. İşi kategorik hale getiriyor. Oradan çıkamıyor. Onların ikna edilmesi gerekiyor. İkna edildiklerinde zaman zaman ana vatanın istediği çizgiye geliyorlar' dedi.

Kıbrıs sorunu artık Türkiye ile ilişkisini kaybetti. Avrupa Birliği'nden davet alındı ve Kıbrıs, Ada'nın tümü olarak Avrupa Birliği'nde. Üstelik de Avrupa, aynı Almanya'nın üyeliği sırasında uyguladığı yöntemi uyguladı.

O sırada, Doğu ve Batı Almanya olmasına rağmen Bonn, 'Biz ileride birleşeceğiz, onları da şimdiden dahil edin ancak bölünmüş durumumuzu göz önüne alıp, Avrupa müktesebatını sadece bizim için geçerli kılın' demişti. Aynı durum şimdi de Kıbrıs için geçerli. Kıbrıs Rum Yönetimi, Avrupa kararlarını hayata geçirecek ve birlik yürüyecek.

Çözüm olduktan sonra, müktesebat tüm Ada için geçerli olacak. Ama bu noktaya dikkat. Eğer, Annan'ın planı 28 Şubat'a kadar imzalanırsa Avrupa Birliği müktesebatı, anlaşmadaki düzenlemelere tabi olacak. Örneğin dolaşım serbestliğine konmuş kısıtlamalara uyulacak. 28 Şubat'tan sonra anlaşmak mümkün değil mi? Tabii mümkün ama artık, Avrupa ile entegrasyonunu sağlamlaştırmakta olan Rum tarafının iradesi ağır basacak.

Daha açık söylemek gerekirse, eğer 28 Şubat'a kadar çözüm olmazsa, Kıbrıs'ta cansiperane koruduğumuz haklar ve halklarımızın arkasından el sallamaktan başka hiçbir seçenek kalmayacak.

Çünkü artık Kıbrıs Türklerine ambargo da kalkıyor.

* * *

EVET yanlış anlamadınız. Kıbrıslı Türklere ambargo kalkıyor. O Cuma akşamı Rum yetkililer, o küçük basın odasında da açıkladılar.

Genişleyen ve Kıbrıs'ı da arasına alan Avrupa'nın davet metninde de yer alıyor: 'Konsey, Komisyonu Kıbrıs hükümeti ile temaslarda da bulunarak, Kıbrıs'ın kuzeyinde ekonomik gelişmeyi teşvik etmeye ve AB'ye yakınlaştırmaya davet eder.'

Ve şimdi Kıbrıs Rum Yönetimi, Kuzey ile ticaret, sportif faaliyetler, kültürel ilişkileri geliştirmek için paketler hazırlayacağını açıklıyor. .

Evet ambargo kalkıyor. Şimdi sıra kafalardaki ambargolarda.

AKP Lideri Tayyip Erdoğan, 'Kuzeydeki rejimle buluşma noktasını bulacağız' diyor. 'İkna edeceğiz' diyor.

Demek ki, Türkiye hükümeti de çözüm istiyor. Artık sıra siyasi iradenin gücünü göstermeye geliyor.
Yazının Devamını Oku

Avrupa ile yan yana yürümeye devam

14 Aralık 2002
<I>KOPENHAG</I><br><br>KOPENHAG'dan iki önemli karar çıktı. Biri, Avrupa Birliği'nin Türkiye'yi, genişleme sürecinin bu dönüm noktasında Türkiye'yi dalganın dışında tutan Avrupa kararıydı.

İkincisi ise, yoğun çabalara rağmen istediği tarihi alamayan Türkiye'nin, sonucu 'itidal' ile karşılayıp yola devam kararıydı.

İkisini birbirinden ayırıp değerlendirmekte yarar var.

Avrupa'nın kararını, 'çok iyi bir sonuç' olarak satın almak zor.

Ama Başbakan Abdullah Gül'ün, dünkü basın toplantısında yaptığı 'Biz yolumuza devam edeceğiz, demokratik ve ekonomik reformları halkımız için gerçekleştireceğiz' açıklaması anlamsız tepkiler vermekten çok daha iyi idi.

Unutmayalım ki gösterilmeden verilen tepkiler en iyi tepkilerdir.

Kopenhag kararı, Türkiye için önümüzdeki yıl verilecek olan gelişme raporunu atlayarak, Kopenhag konusunda atılan adımların değerlendirilmesini bir yıl sonraya erteliyor.

Neden?

Komisyon'un genişlemeden sorumlu üyesi Verheugen'in sözcüsü Filori'nin bu soruya yanıtı ilginç. 'Biz Türkiye ile 30 yıldır ilişki içindeyiz. Siz bir yıl içinde kriterlerin tümü yerine getiremezsiniz.'

Ya getirirsek? Hayır, bu imkansız Sözcüye göre. Tamam diyelim ki 2004 Ekim ayında yayınlanacak olan ilerleme raporunda Türkiye'nin Kopenhag kriterlerini yerine getirdiği inancı doğacak.

Karara göre, bu durumda görüşmeler başlayacak.

Başlama garantisi yok ama bir engel de yok. Mesele başka. 2004'ün sonu ve 2005'in başı oldukça riskli bir dönem.

Her şeyden önce AB Komisyonu'nun görev süresi doluyor. 2004 sonunda büyük bir olasılıkla yeni bir komisyon göreve gelecek, oturmamış bir kurumsal durumla karşı karşıya kalacağız. Brüksel bürokrasisini bilenler bu dönemde işlerin nasıl zor yürüyeceğini kestirebilirler.

Bu sadece, teknik bir sorun. Helsinki belgesine göre 2004'te Ege sorunları gündemde olacak. Her ne kadar Başbakan Gül, bu konuda Yunanistan Dışişleri Bakanı'nın, müzakere sürecini engellemeyecekleri sözü verdiğini söylediyse de garantisi yok.

25 üyeli Avrupa gerçeği de cabası. Ama dünyanın sonu değil.

Bir yıl önce, müzakere konusunda ufukta tarih bile yoktu. Şimdi var. Dikenli de olsa.

Bir nefes alıp işimize bakalım.

Avrupa süreci, Türkiye'nin demokrasi yolculuğunu, ekonomik çevresiyle yaratıcı ilişkiler kuran bölgesel güç olma hedeflerini gölgelemeden devam etmeli.

Avrupa ile yan yana yürüyüşe devam.
Yazının Devamını Oku

Berlusconi: Masada Türkiye'ye de yer var

13 Aralık 2002
<B><I>KOPENHAG</I><br><br>‘‘BU son yemek mi olacak?'</B> Dünkü Hürriyet Gazetesi'ni Berlusconi'ye uzatıp soruyorum? Gazeteyi inceliyor, <B>'Hayır olmayacak'</B> diyor <B>'Olmaması için elimizden geleni yapıyoruz. Bu masada Türkiye'ye de yer olmalı.'</B> İtalyan Başbakanı, dün ayağının tozu ile geldiği Kopenhag'da önce Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül ile görüştü. Bir saate yakın süren görüşmede Türkiye'ye 2004'de müzakere tarihi verilmesi için çaba harcadıklarını söyleyen Berlusconi, ‘‘Bunun için kendi meselemiz gibi uğraşıyoruz' mesajını verdi.

Avrupa, Türkiye zirvelerinden birini daha yaşıyor. Kopenhag sokaklarında neredeyse Danimarkalıdan çok Avrupa'nın eski ve yeni üyelerine rastlanıyor. Adaylar ve bu büyük olayı izleyen dünya gazetecileri de cabası.

Türkiye'den gelen gazeteciler ise en geniş ekip. Nitekim zirve için hazırlanan basın merkezinde en geniş oda Alman ve Türk gazetecilere ayrılmış durumda. Yeni üyeler için ayrılan basın odaları ile Türkiye'ninki karşılaştırıldığında, Avrupa'nın Türkiye'ye kapıyı aralamakta neden bu kadar çekimser davrandığı ortaya çıkıyor.

Cüsse meselesi.

Özellikle Alman ekonomisinin hiç de iyi sinyaller vermediği bu dönemde, Avrupa hükümetleri işsizlik ve buna bağlı olarak ırkçılık sorunu ile boğuşurken Alman Hükümeti Türkiye için karar vermekte zorlanıyor.

Ancak, Almanya'dan son gelen kamuoyu yoklamaları Türkiye'nin üyeliğine karşı olanların sayısını 46 olarak gösteriyor. Yüzde 42 ise Türkiye de Avrupalı olmalı diyor.

Demek ki Tayyip Erdoğan'ın yürüttüğü Avrupa çıkartmasının kamuoyu üzerinde de olumlu etki yaptığını söylemek mümkün. Çünkü, önceleri karşı olanların oranı daha yüksek iken son günlerde eşitlenmiş.

* * *

AVRUPA Türkiye'ye vereceği mesajı, son ana kadar tartıştı. Bu tartışmaların tam merkezinde ise Kıbrıs konusu vardı.

Öyle ki, Kıbrıs planının Kofi Annan'dan da daha fazla sahibi olan,yani planın oluşmasında en fazla katkısı bulunan İngiliz dış politikasının mimarlarından deneyimli diplomat Sir David Haney, dün Kopenhag'daydı. Sir David Haney Türk, Yunanlı ve Kıbrıslı yetkililerle dün gün boyunca temastaydı.

Ancak, müzakere öylesine çetin geçti ki gün boyu diplomatların ağzını bıçak açmadı. Kimse bir sözcük fazladan söyleyip hassas dengeyi bozmak istemedi.

Ancak, Başbakan Abdullah Gül'ün Yunanistan Başbakanı ile yaptığı görüşmeden çıkıştaki sözleri ilginçti. Simitis, tarih konusunda 2004 için çaba sarfettiklerini söylerken Kıbrıs sorununa da değindi. Çözüm istediklerini vurguladı ancak çözüm olmaması halinde Türkiye ile Kıbrıs ve diğer sorunlar üzerinde işbirliğinin devam edeceğini söyledi.

Başbakan Gül'ün ise yaklaşımı farklıydı. Gül, Türkiye'nin Avrupa Birliği üyesi olması halinde tüm sorunların çözümleneceğini söylemekle yetindi. Kıbrıs konusunda sessiz kalmayı yeğledi.

Türkiye, tarih konusunda Avrupa'dan net bir yanıt gelmeden adım atmak istemiyor, karşı taraf ise (üyelik müzakereleri için erken bir tarih verilmesini isteyen ülkeler bile) 'Önce siz Kıbrıs kartınızı açın' diyorlardı.

* * *

'BİR ördek kümesinde dünyaya gelmenin hiçbir sakıncası yoktur. Kuğu yumurtasından çıkmadıysanız eğer.'

Çocukluğumun ve büyüklüğümün favori masalcısı Hans Christian Andersen böyle diyordu bir masalında. Masalın adı 'Çirkin ördek yavrusu'ydu. Andersen'in ülkesinde dün, genişleyen Avrupa'ya ve orada kendimize baktım da bu masal geldi aklıma.
Yazının Devamını Oku