Ferai Tınç

Troyka toplantısı ve havuçlu jest

31 Ocak 2003
<b>AVRUPA</B> Birliği'nin, bu dönem ilk troyka toplantısını Türkiye'ye taşıması, Yunanistan'ın Ankara'ya jesti olarak niteleniyor. Dönem başkanı olarak Yunanistan'ın önerisi, kendisinden sonra başkanlığı devralacak olan İtalya tarafından da kabul edilince Avrupa'nın zirvesi bugün Ankara'da toplanıyor.

Genişlemeden sorumlu komiser Gunther Verhaugen ile Avrupa'nın güvenlik ve dış politika sorumlusu Javier Solana da (son anda bir değişiklik olmazsa) katılacak toplantıya.

‘‘Jest’’in iki yönü var.

Türkiye'nin Avrupa'nın genişleme gündemindeki yerini koruduğunu göstermek ve Kıbrıs.

Kopenhag Zirvesi'nin sonuç bildirgesinde varılan karara göre Türkiye-AB katılım ortaklığı belgesinin yeniden gözden geçirilmesi de ele alınacak.

‘‘Jest’’in ikinci yönü ise Kıbrıs. Türkiye'nin önemi devam ediyor, ancak AB üyesi ülkelerin genişleme kararını verecekleri nisan ayına kadar Türkiye'den de Kıbrıs konusunda adım atması bekleniyor.

Toplantı önemli. Toplantıya Dışişleri Bakanı Yaşar yakış da katılıyor. Ama genişlemeden sorumlu Komisyon üyesi Verhaugen'in muhatabı yok gibi.Verhaugen ile teknik düzeyde muhatap olması gereken Avrupa Birliği Genel Sekreterliği, Büyükelçi Volkan Vural'dan sonra boş. Bir türlü karar verilemiyor. Dışişleri bünyesinden mi atama yapılacak, dışarıdan mı?

Avrupa hedefini öncelikleri arasında sıralayan hükümetin, sıkı müzakerelerin, örgütlü çalışmanın gerektiği böylesine civcivli bir dönemde, bu kararsızlığını anlamak mümkün değil.

* * *

YUNANİSTAN Dışişleri Bakanı Papandreu'nun bugünkü toplantıdan sonra yapacağı ikili temaslarda bir süre önce yaptığı bir öneriyi yeniden gündeme getirmesi bekleniyor.

Papandreu, Kopenhag Zirvesi öncesi, Ankara'ya yaptığı ziyaret sırasında, Kıbrıs meselesinin Türkiye ve Yunanistan'ın da katılacağı bir ortak platformda ele alınmasını istemişti. Dörtlü zirve.

Doğru bir yaklaşım ama eksik. Evet, Kıbrıs sorunu esas olarak bir Türk-Yunan sorunu. Denktaş ile Klerides'i BM'nin eline bırakıp kenara çekilmek, Avrupa hedefini de ‘‘havuç-sopa’’ politikasında kullanmak, istenen kalıcı barışı kolay kolay sağlayamaz.

Önemli olan Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunların çözülmesi ve geri dönülmez barışın yerleştirilmesi. O zaman Kıbrıs'da çözüm çabaları da ‘‘gerçekçi’’ olur.

Dörtlü zirve, eğer tüm sorunlu konuların ele alınacağı bir çerçeveye sahipse anlam taşır.

Irak krizinin tırmandığı, Avrupa'nın ortak dış politika geliştirecek bir birliğe ulaşamadığının ortaya çıktığı bu kritik dönemde, Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişki daha da önem kazanıyor.

Balkanların yeniden yapılanmasında Türk-Yunan işbirliğinin oynadığı olumlu rolü anımsarsak eğer, Ortadoğu'nun yeniden biçimlenme sürecinde de bu işbirliğinin, çok önemli olacağını daha iyi görürüz.

Hem bölgesel istikrarın garantisi olarak, hem de demokrasi, insan hakları, hukuk devleti gibi değerlerin aktarılması açısından.
Yazının Devamını Oku

Karmaşa Ankara'da

27 Ocak 2003
RAUF Denktaş ile Tayyip Erdoğan arasındaki gerginlik, Ankara ile Lefkoşa arasındaki görüş ayrılığından mı kaynaklanıyor? Kıbrıs'ta, kritik günlerin yaşandığı bir süreçte ortaya çıkan bu çatlağın kaynağı Ankara'da. Türkiye, sadece hükümetiyle değil, dış politika oluşum sürecinde etkili olan devlet kurumlarıyla da Kıbrıs politikasında ses uyumu sağlayamıyor. Bazı çevreler, Annan planını ‘‘bir teslimiyet, Kıbrıs Türklüğünün yok edilmesi, Türkiye'ye Kıbrıs'tan elini çektirme girişimi olarak niteliyor- (22 Ocak'ta Enis Berberoğlu'nun, Hürriyet Gazetesi'nde yayınlanan haberinde söz edilen ‘‘derin rapor’’da olduğu gibi.)Dışişleri Bakanlığı, Kıbrıs politikasında değişiklik mesajı verdikten hemen sonra ‘‘Hayır yok’’ açıklaması yapıyor. Çankaya'dan Denktaş'a tam destek mesajı veriliyor. Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Arınç, KKTC'ye ayak bastığında halkın çözüm taleplerinin de dikkate alınması gerektiğini söylüyor, Ada'dan ayrılırken, ‘‘Denktaş müzakere masasına otururken arkasını boşaltmanın Kıbrıs Türk'üne ihanetten başka anlamı yoktur’’ diyor.Bu kadarla da kalmıyor, ‘‘Denktaş'ın arkasında kale gibi durmak en doğru harekettir’’ de diyor.* * *ARINÇ'taki bu değişim nereden kaynaklanıyor? Denktaş ile geçen hafta yaptığımız görüşmede KKTC Cumhurbaşkanı'na bu soruyu sorduğumuzda ilginç bir yanıt veriyor. ‘‘Bazı makamlarla görüştü. Onlar ona bazı belgeler gösterdiler herhalde o da fikir değiştirdi’’ diyor. Arınç, her ne kadar Meclis Başkanı ise ve partisi ile arasına mesafe koyuyorsa da AKP'nin kurmayları arasında önemli bir yere sahip. Arınç'taki ‘‘dönüşüm’’, Tayyip Erdoğan'ın Davos'tan yaptığı açıklamalarla taban tabana zıt.Hatta Tayyip Erdoğan'ın açıklaması, Arınç'ın yorumları temelinde değerlendirildiğinde, ‘‘Ben imza atmam’’ diyen Denktaş'ın arkasında pek kale gibi bir duruş da göstermediğinden ‘‘Kıbrıs Türk'üne ihanet’’ tanımlamasını bile hak edebilir.İşte Ankara'da, her kafadan değişik sesler çıkmasının sonucu böyle tuhaflıklara neden olabiliyor. Bu da hükümetin, tek başına iktidara gelse bile tek başına olamadığını gösteriyor. İslamcılardan liberallere, kafası karışıklardan, düzensizlikten bunalmış insanlara kadar değişik kesimlerin nabzına göre şerbet veren bir siyasi çizgiyi benimseyerek iktidar merdivenlerini çıkan hükümetin, net açık ve desteğini aldığı çevreler tarafından aynı oranda kabul gören bir siyasi söylemi olmamasından kaynaklanıyor bu yalpalamalar.* * *TABİİ ki demokratik bir ülkede değişik görüşler olacak ve bunlar siyaseti etkilemeye çalışacaklar. Ama yaşanan tuhaflık resmi duruşun olmamasında. MGK ve hükümet ile asker arasında yapılan toplantılardan da genel açıklamalar yapılıyor. Siyasi irade son sözünü söyleyemediği için de politika oluşturulamıyor, plan yapılamıyor. Rumların AB'ye girişi Kıbrıs'taki tüm parametreleri değiştirdi. Bundan sonra, anlaşma masası Türkler açısından önem taşıyor. KKTC'nin altının oyulmaması, Kıbrıs Türk toplumunun hakları ve Türkiye'nin Kıbrıs'taki varlığının meşruiyeti açısından müzakereler ve pazarlıklara devam etmek gerekiyor. Ama bunun ilk koşulu, Ankara'da görüş birliğinin sağlanması.
Yazının Devamını Oku

Mersin Limanı’nda bekleyen viski

26 Ocak 2003
<B>‘SÜRATLE bizi ayağa kaldıracak önlemler lazım. Türkiye verir mi vermez mi bilmiyorum ama lazım olan bu.’</B> Bu sözler KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş'a ait. Hürriyet yazarları olarak kendisini ziyaretimiz sırasında Denktaş, kendisi aleyhindeki gösterilerin nedenlerinden söz ederken, çuvaldızı Türkiye'ye de dokunduruyor.

‘‘Burada bir iş adamımız Türkiye'ye viski satıyordu. Etiketinde sadece viski yazıyordu. Ama dün Mersin limanında tahlil yapmışlar, - bu Scotch viski niteliklerine uygun değil. Türkiye'ye giremez- demişler. Etikette Scotch demiyor ki. TIR Mersin'de tutuluyor. Adam iflas edecek şimdi’’ diyor Denktaş.

Her ne kadar çözüm için sokağa dökülenlerin büyük bir kısmının ABD ve Avrupa tarafından etkilenmiş hatta maddi çıkar karşılığı yönlendirilmiş kişiler olduğunu söylese de Denktaş, bazı şeylerin iyi gitmediğinin farkında.

KKTC ekonomisini kalkındırmak için Türkiye'den özel düzenlemeler yapması bekleniyor.

Neden? Çünkü Kıbrıs Türklerinin ekonomik sorunları çözümlense, siyasi çözüm baskısı da kalkar.

Yıllardan beri Ada'da kurulan denklem bu.

KKTC için acaba kaç tane ekonomik kalkınma paketi hazırlandı?

Ama bir türlü sorun çözümlenemiyor. Paketler ya uygulanmıyor veya uygulansa da yeterli olmuyor.

Yarım yamalak kalıyor. Türkiye'den su götürme projesi vardı örneğin. Başarısızlıkla sonuçlandı. Türkiye'ye güveni zedeledi. Boşa giden paralar ve emekler de cabası.

* * *

‘‘BURADA öyle usulsüzlükler oldu ki, Türkiye IMF paketi gibi paketler getirmek zorunda kaldı’’ diyor Denktaş ‘‘Ama bunu beklenmedik krizler takip etti. Devalüasyon oldu, enflasyon arttı. Yangın çıktı. İtfaiye ise yangını söndürmek yerine -benim dediklerimi yapın- dedi. Sonunda Meclis bile basıldı burada.’’

Denktaş
'ın eleştirisi Türkiye'nin ‘‘Yangını söndürmek yerine benim dediklerimi yapın’’ demesiyle sınırlı değil. Yapılan yardımların da yanlış olduğunu söylüyor.

‘‘Hep alt yapı yatırımı yapıldı.’’ Oysa Türkiye'nin üretime yönelik yatırımlar yapması gerekirdi. Cumhurbaşkanı böyle düşünüyor.

KKTC'de bu ‘‘alt yapı yatırımları’’ndan Ankara hükümetlerine yakın Türkiyeli müteahhitlerin yararlandığı iddialarını duyarım. Denktaş, acaba bunu mu ima ediyor?

Türkiye yıllardan beri KKTC'yi finanse ediyor. Sonuç? Yaratıcılıklarını kaybeden memurlar toplumu. Bu yorum bana ait değil. Değişik çevrelerden Kıbrıslıların kendi ifadeleri böyle.

* * *

KIBRIS Türk işadamları ambargoları aşmak için bir yol bulmuşlar. Brüksel'de yapılan temaslar sonucu KKTC üretilen malların Kıbrıs Ticaret Odası damgası ile Avrupa pazarlarına çıkması konusunda görüş birliği sağlanmış. Ancak bu, Kıbrıs Türk devletini devre dışı bırakacağı gerekçesiyle reddedilmiş yetkililer tarafından.

Türkiye ile ticaret de mevzuata takılıyor.

Viski TIR'ı Mersin'de bekliyor.

İnsanlar yollara dökülünce de, ‘‘satılmış, vatan haini’’ olmakla suçlanıyor.

Biraz insaf.
Yazının Devamını Oku

Denktaş ve Klerides hangi konuda anlaştılar

24 Ocak 2003
<b>AYNI</B> günde aynı kentin, ayrı iki mahallesinde iki ayrı devletin iki cumhurbaşkanı ile görüştük. BM Genel Sekreteri Kofi Annan'ın sunduğu planın hiçbir maddesinde anlaşamadıkları söylenen liderler bir konuda anlaşmışlar.

Üstelik anlaşmanın püf noktası bu konu. Masrafları kim karşılayacak?

Mesele şu. Diyelim ki anlaşma sağlandı. Anlaşmadan doğacak sorunları gidermek ve hukuki düzenlemeyi hayata geçirmek için para gerekiyor.

Bu parayı kim verecek?

Mülkiyet sorunlarının çözümü için gerekli tazminatların bulunması, toprak düzenlemeleri nedeniyle yerlerinden edilecek olan insanlar için yeni yerleşim ve iş olanaklarının sağlanması, rehabilitasyon programlarının hayata geçirilmesi için milyonlarca dolar gerekli.

Denktaş, görüşmeler sırasında, bu paranın nereden bulunacağını sormuş. Çünkü Annan planında bir netlik yok.

BM Genel Sekreteri'nin Kıbrıs Özel Temsilcisi Alvaro De Soto bu soruya ‘‘Biz Rumların vereceğini tahmin etmiştik’’ yanıtı verince Klerides atılmış, ‘‘Ne münasebet!’’

Bunu Denktaş anlattı. Ama daha önce görüştüğümüz Klerides de aynı şeyi söyledi.‘‘Anlaşmada öngörülen tazminatlar için gerekli para dışarıdan sağlanmalı. Rauf ile bu konuda aynı görüşteyiz. Biz ödeyemeyiz. Bu ekonomimize çok ağır yük getirir.’’

* * *

ASLINA bakarsanız, anlaşmazlık noktalarında da tam bir anlaşma mevcut. İki liderin tavrı da yıllardan beri aynı. Statüko korunsun.

Klerides, statükoyu koruyarak Avrupa Birliği yolunda rahat adımlarla ilerliyor. Kuzey'in ‘‘Doğu Almanya’’ modeli temelinde ‘‘iltihak’’ edebileceği hesapları yapılıyor.

Denktaş ise, günün birinde Avrupa'nın kendisine gelip ‘‘Ne istiyorsun?’’ diye sormak zorunda kalacağını hesaplıyor.

‘‘AB, ekonomimizi Rumların seviyesine çıkartmak için bizimle temas kurarsa, ilişki güçlenir. Anlaşmaları bizimle yapmış olur. O zamana kadar da Türkiye'nin üyeliği yoluna girmiş olur’’ diyor Denktaş.

Klerides'i dinlerken bir şey dikkatimi çekiyor. Her şey onun aklına Denktaş'ı getiriyor. ‘‘Zayıflamışsınız’’ diyorum, ‘‘Rauf da çok zayıfladı’’ diye yanıt veriyor mesela.

* * *

KIBRISLI Türkler de Rumlar da çözüm istiyor. Ama beklentiler çok farklı.

Rumların bilincinde kuzey Kıbrıs bir ütopya ülkesine dönüşmüş. Terk edilen topraklara ait anılar ve öykülerle büyümüş çocuklar. Ellerinden alınan bir masal ülkesi yaratılmış. ‘‘Orası o kadar güzelmiş ki. Evimiz, bahçelerimiz çok güzelmiş. Buradan da güzel. Dönüp yerleşmek istiyorum. Çözüm istiyorum ama dönüş özgürlüğümü kısıtlayan Annan planını beğenmiyorum’’ diyor Lefkoşa sokaklarında karşılaştığımız genç kız.

Kıbrıslı Türkler ise ‘‘Ankara'dan gelen direktiflere uymak zorunda olan bir kalabalık’’ muamelesine isyan ediyor. ‘‘Satılmış vatan hainleri’’ formatına kırılıyorlar. Sorunlarının ciddiye alınmasını istiyorlar. Geleceklerini görebilmek için çözüm kapısının aralanmasını bekliyorlar.

Türkler yarınlarını arıyorlar.
Yazının Devamını Oku

PKK, Irak savaşından medet umuyor

20 Ocak 2003
<B>LİCE</B>'de bir askerin şehit olduğu beş askerin yaralandığı çatışmadan sonra PKK'nın yayın organlarında çıkan açıklamaları alt alta okuyunca yeni bir provokasyon senaryosu ile karşı karşıya olduğumuz ortaya çıkıyor. Bu tırmanış, demokratikleşme konusunda cesur adımlar atmaya kararlı bir hükümetin işbaşına gelişine denk düşüyor.

Anlaşılan, demokrasi ortamında güçlerini kaybedecek olan çevreler, Irak'a müdahale planlarında rol kapmak için kriz tırmandırma politikalarından medet umuyorlar.

PKK, Lice olayını, savaş ilanı kabul ettiğini söylüyor. Bahane arıyorlar. Önce Abdulah Öcalan'a tecrit uygulamasının kaldırılması savaş nedeni olarak gösteriliyordu açıklamalarda. KADEK Başkanlık Konseyi üyesi Osman Öcalan, Özgür Politika Gazetesi'nin 15 Aralık tarihli sayısında ‘‘15 Şubat'a kadar zaman tanıyoruz. Savaşı başlatmıyoruz ama 15 Şubat'a kadar koşullar düzelmezse savaş tartışmalarına başlayacağımızı belirtiyoruz’’ diyor.

Avrupa ve ABD'ye verdikleri siyasallaşma sözüne rağmen ‘‘KADEK de bir silahlı isyan başlatabilir’’ tehdidini savuruyordu.

* * *

CAN Dündar
, önceki gün ve dün Milliyet Gazetesi'ndeki köşesinde PKK ile Amerikalı yetkililer arasındaki temasları açıklayan bir belge yayınladı. Milliyet muhabiri Namık Durukan'ın Kuzey Irak'ta ele geçirdiği ve PKK kaynaklarının raporu niteliğindeki belgede Amerikalılar'ın Kuzey Irak'ın geleceği konusunda PKK ile de temasa geçtikleri anlaşılıyor.

‘‘Bizi (PKK) en fazla memnun eden de bir ön yargı ile karşılaşmamış olmamızdır. Bu durum görüşmelerimizin sonuç alıcı olacağını gösteriyor’’ deniyor belgede.

Bu görüşmede PKK'nın adının değiştirilmesinden, Kürt sorununun, ülkelerin birliği korunarak gerçekleşecek demokratik çözüm çerçevesinde çözülmesine kadar, örgütün Avrupa ve ABD'nin kendisinden istediği değişiklikleri yerine getirme sözü niteliğinde önerileri yer alıyor PKK vaatleri arsında. Bu arada, Kuzey Irak'ta Barzani ve Talabani ile PKK arasında arabuluculuk yapması isteniyor Washington'dan.

Ama Amerikalılar vaatlerini yerine pek getirmiyorlar anlaşılan. PKK, Irak senaryolarında daha etkin ve ağırlıklı yer almak için tehdit ve şantaja yöneliyor bu kez. ‘‘PKK ile oynama’’ mesajı gönderiyor.

15 Aralık 2002'de Özgür Politika Gazetesi'nde yayınlanan açıklamasında Osman Öcalan, ‘‘Bizim önderliğimizi esir düşüren ABD'dir. Şimdi Kürt halkının önderinin KYB ve KDP olduğunu iddia ediyor. KADEK tüm Kürdistan'da Kürt halkının tek temsilcisidir. ABD'nin Kürt halkı ile oynamaması gerektiğini belirtiyoruz’’ diyor.

* * *

LİCE
'deki çatışmadan sonra ise PKK, demokrasi ve insan hakları söylemini tamamen geride bırakıyor. Osman Öcalan geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamada, sadece Türkiye'de değil, ‘‘Ortadoğu'da ve şehirlerde yeni taktiklerle, keskin yöntemlerle’’ savaşacaklarından söz ediyor ve gençlere ‘‘özgür dağlarla buluşma’’ çağrısı yapıyor.

PKK yöneticileri, Irak'taki savaştan parsa koparmak için Türkiye'yi yeniden iç savaşa sürükleme tehditleri savuruyorlar.

Terör ve savaş tehdidi. Türkiye'nin, demokratik reformları hayata geçirmeye hazırlandığı günlere denk gelen bu gelişme sadece bir rastlantı mı? Şantaj kimden güç alıyor? Halktan değil kuşkusuz.
Yazının Devamını Oku

Savaşa karşı duruşta AB ekseni de var

19 Ocak 2003
<B>ÜZERİNDEN</B> asırlar geçmiş gibi sanki. Oysa daha bir ay önce Türkiye'nin gündemi tamamen Avrupa Birliği'ne kilitlenmişti. Gölge liderimizden, yeni hükümetimizin tüm yetkililerine kadar değişik üst düzey seviyelerde gerçekleştirilen girişimler, Türkiye'nin kaderini Avrupa Birliği'ne yaklaştırmak hedefine odaklanmıştı.

Kopenhag Zirvesi, sanki bir dönüm noktası oldu. Beklenen değilse de kabul edilebilecek bir sonuç alındığının açıklanmasıyla birlikte Avrupa dosyası rafa kalktı.

Irak açıldı.

İlkinden tamamen bağımsız bir konu gibi.

Oysa, Türkiye bir aday ülke olarak Avrupa güvenlik ve dış politika mekanizmalarının içinde yer alıyor.

Hükümetin Irak'ta savaşı engelleme girişimlerinde ise bu boyut pek görülmüyor. Irak politikaları Avrupa çerçevesinin dışında, Washington ekseninde ilerliyor.

Evet bazı girişimler yapılıyor.

Geçen hafta, Avrupa Birliği dış politika ve güvenlik komiseri Solana, Ankara'yı telefonla arayıp Başbakan Gül ile görüştü Irak konusunda.

Daha sonra Başbakan, Türkiye'nin pozisyonu ile ilgili AB Büyükelçilerini bilgilendirdi.

Ama yeterli değil. Avrupa yolundaki bir Türkiye, bölge ülkelerini olduğu kadar Avrupa'yı da hesaba katmalı.

Avrupa'nın tutumunu anlamak, etkilemek ve birlikte tutum geliştirmek için aktif çaba harcamak gerekmez mi?

* * *

ADAY ülke olarak, Türkiye'nin AB'ye ‘‘uyum’’u çerçevesindeki konulardan biri de dış politika ve güvenlik.

Bu kağıt üzerinde bir ilişki değil. Mekanizmaları var.

Avrupa Birliği'nin dış politikasıyla ilgili her girişim, anında Dışişleri Bakanlığı'nda var olan özel cihaza düşüyor.

Son iki yıl içinde AB'nin dış politika kararlarından yüzde 80'ine yakının altında Türkiye'nin de imzası bulunuyor.

Türkiye'nin Avrupa yolu zor. Adım adım ilerliyor, kazanılmış hakları kullanarak bunları derinleştirerek mesafe alınıyor.

Üstelik de, Avrupa'nın Irak konusundaki yaklaşımı Türkiye'nin pozisyonuna uyuyor.

O zaman neden bu yol ön plana çıkartılmıyor? Kopenhag öncesi üst düzey temasları yeniden canlandırılmıyor?

* * *

FRANSA Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, cuma günü BM Güvenlik Kurulu kararı olmadan yapılacak her türlü tek taraflı hareketi ‘‘yasa dışı’’ ilan etti.

Almanya da, yasal yolların sonuna kadar zorlanmasını istiyor.

Başbakan Gül de aynı şeyleri söylemiyor mu?

O zaman Türkiye neden bu resimde yer almasın?

Evet doğru, Avrupa bir yandan keskin çıkışlar yapıyor öte yandan savaş hazırlıkları için start veriliyor. Ama kim öyle yapmıyor ki? Herkes kendi kamuoyunu ikna etmek için tüm yolları denediğini göstermek istiyor.

Ama savaşsız çözüm için Ortadoğu ülkeleri ile Saddam'ı ikna girişimleri yapılırken, Washington'un ‘‘keyfi’’liğine karşı uluslararası yasaları savunmak için da Avrupa ekseninde var olmak gerekiyor.
Yazının Devamını Oku

Saddam'ı sürgüne razı etme girişimi mi?

17 Ocak 2003
<b>SADDAM Hüseyin</B>'e üstü kapalı bir biçimde <B>‘‘çekil’’</B> mesajının<B> Tüzmen</B> ile birlikte Bağdat'a gittiğini geçen hafta AKP çevrelerinden duymuştum. Bu mesajın Saddam'a doğrudan verilmediğini ama Tüzmen'in ilettiği ‘‘ağır’’ bir mektubun satır aralarında bulunduğunu öğrendim sonradan.

Mektupta, ‘‘zamanın kalmadığı, durumun çok ciddi olduğu’’ ya BM kararlarına ‘‘tam olarak’’ uyması gerektiği ya da sonuçlarına katlanacağı yolunda bir mesaj iletildiği söylendi Irak Devlet Başkanı'na.

ABD Başkanı Bush'un, ‘‘Eğer Saddam BM kararına tam olarak uyarsa, Irak'ta rejim değişmiş sayılır’’ sözlerini hatırlatan bir yetkili, ‘‘Bir devlet başkanına, hem de komşu bir devlet başkanına açık açık git denemez, ama o bunun söylenmek istendiğini anlar’’ dedi.

Gerçekten Saddam'a ‘‘git’’ dendi mi yoksa, ‘‘Barış için her yolu denediğini’’ gösterdikten sonra yabancı askerlerin Türkiye topraklarında konuşlandırılması önerisini Meclis'e getirmeyi hedefleyen hükümetin takviminin bir parçası olarak bu izlenimin mi verildiği henüz net değil.

Ama Türkiye'nin bölge ülkeleriyle başlattığı ‘‘barış girişiminde’’ bu noktanın bir baskı unsuru olarak öne çıkartılmak istendiği anlaşılıyor.

Pekiyi Saddam'ın gitmesi savaşı engelleyecek mi?

Amerikan politikalarında hálá etkili olan eski CİA başkanı James Woolsey, önceki gün gazetecilere yaptığı açıklamada bu soruyu yanıtlamış: ‘‘Oğullarını orada bırakıp, onun gitmesi yeterli değil. Irak'da bir rejim değişikliği gerekiyor.’’

* * *

BARIŞ girişimini sonuna kadar sürdürmek, sadece vicdani bir görevi yerine getirmek için değil, savaşı önlemek için de şart ama bu, gerçekleri halka açıklama sorumluluğunu geri plana attırmamalı.

Geçtiğimiz iki hafta boyunca, kamuoyunun dikkati Amerikan uzmanların Türkiye'deki tesis ve üslerde yapacakları keşif çalışmalarına odaklandı. Esas mesele, hükümetin ikircikli tavrı yüzünden gözden kaçtı.

Oysa, mesele Türk topraklarına yabancı askerlerin konuşlanması meselesidir.

12 yıl önce, bugün yazdığım köşe yazısında, ‘‘savaşa gerek kalmayabilir'' demiştim. Savaşa karşı olduğum için beklentilerim, isteklerim savaş karşıtı gelişmeleri öne çıkartmama neden oluyordu. O gece Amerikan uçakları Bağdat'ı bombalamaya başladılar.

Savaş istemeyebilirsiniz ama bir de gerçekler var. Onları kamuoyunun dikkatinden kaçırarak ilerlemek, sağlıksız sonuçlar verir.

* * *

SAYISI ne olursa olsun, bir tek Amerikan askerinin Türkiye topraklarına gelmesi için bile izin, Anayasının 92. Maddesi'ne göre sadece TBMM'ye ait.

Körfez Savaşı sırasında Meclis, bu konudaki karar yetkisini 126 sayılı karar ile hükümete devretmişti.

Bu karar sonradan Çekiç Güç'e, Meclis'e başvurmadan izin verilmesi sırasında hükümet tarafından dayanak kabul edilmiş ve eleştirilere hedef olmuştu.

Saddam, bölge ülkelerinin ricasını ‘‘manalı’’ bulur da şapkasını alıp gider mi bilemiyorum. Bildiğim bir şey var o da hükümetin kendisinden bekleneni net olarak kamuoyuna açıklamasının önemi.

Topraklarımıza yabancı asker girmesine izin verecek miyiz? Bunun çerçevesi ne olacak? Ne olmalı?

Başbakan, hükümeti karar verme konusunda geciktiği için eleştirenleri ‘‘savaş yanlısı’’ cephe diye niteliyor. Savaşa karşı olmak, Türkiye için hayati önemdeki kararların aceleye getirilmeden, tartışılarak alınmasını istemeye engel mi?
Yazının Devamını Oku

Reis, aman mesajı yanlış yorumlamayın

13 Ocak 2003
<B>EĞER</B> Büyükelçi Bayan <B>April</B>, 1990 yazında Saddam Hüseyin'in, Kuveyt'i işgal etme niyeti konusundaki sözlerini dinlerken öyle sessiz kalmasaydı belki birinci Körfez Savaşı olmayacaktı. Saddam, Washington'un Bağdat Büyükelçisi'nin kendisini sessizce dinlemesini, ‘‘Kuveyt'e saldırırsanız biz bir şey yapmayız’’ biçiminde algıladı.

Reis mesajı yanlış algıladı ve Irak'ın paryalaşma süreci başladı.

Irak Devlet Başkanı, dün yine bir mesaj aldı. Bu kez mesaj Türkiye'den geldi.

Acaba mesajdan ne anladı?

* * *

HÜKÜMETİN
Kıbrıs ve ekonomi konularında olduğu gibi Irak konusunda da net bir tavır almakta zorlandığını belirttiğim dünkü yazıma yanıt geldi. Başbakan Gül'ün yakın çevresinden gelen yanıtta, Başbakan'ın Irak Devlet Başkanı'na net bir mesaj gönderdiği söylendi.

Bu net yanıtın özü, bana aktarıldığı kadarıyla şu: Bölgemiz çok hassas bir dönemden geçmektedir. Biz, savaş olmaması için elimizden geleni yapıyoruz ama siz de uluslararası kararlara uyun.

Hükümet çevrelerine göre, bu masada öne çıkan taraf, ‘‘durumun ciddiyetinin vurgulanması’’ idi.

Ama Saddam'ın tavrından mesajın bu yönünü pek ciddiye aldığı söylenemez.

Devlet Bakanı Tüzmen'in, 300 küsur Türk işadamıyla birlikte gittiği Bağdat'ta, savaş ihtiyaçlarını karşılamak üzere yetkili bakanlarla masaya oturduğu görüşmelerin basında geniş biçimde yer almasının ertesi günü, Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin, Tüzmen'i kabul etti ama yalnız değil. Irak televizyonu ile birlikte. Kameraların huzurunda. Böylece, ekranları başındaki Irak halkı, ABD'nin savaş tehditlerine rağmen Reis'in yalnız olmadığı görüntüsünü izledi. Saddam, dünyada olan biteni sadece devlet yayın organlarından izlemek zorunda olan Irak halkına ‘‘Türkiye benden yana’’ mesaj verdi. Türkiye, bir komşu ülke olarak mesaj gönderemez mi? Tabii gönderebilir ama farklı bir atmosferde. Durumun ciddiyetini hissettirecek biçimde.

* * *

BEN
savaşa karşıyım. Ama Saddam Hüseyin'in baskı ve zulüm rejimine de karşıyım. Saddam Hüseyin'in tek günahı Iraklı Kürtleri zehirli gazla boğarak öldürmek ve güneydeki Şiileri bataklıklara hapsetmek değildir. Iraklı entellektüeller arasında seçkin bir yere sahip olan ve Bağdat için, uzun süre gerçek bir muhalefet tehdidi oluşturan Türkmenleri ölüm, işkence ve hapisle sindirip asimile etmesi, Saddam'ın Irak'ın uluslaşma ve modernleşme sürecine vurduğu en büyük darbelerden biridir.

Benim iddiam şu. Eğer Irak'ın içinde güçlü bir Türkmen varlığı ayakta durabilseydi, bugün ne Irak dışından muhalefet aranacak ne de savaşa gerek kalacaktı.

Mesajları daha açık vermekte yarar var.
Yazının Devamını Oku