Ferai Tınç

Irak'ta, otorite boşluğunu kim dolduracak

20 Nisan 2003
<B>BOSNA</B>'da görev yapan Uluslararası Barış Gücü'nün yöneticisi <B>Peddy Ashdown</B>, Balkan deneyiminden Irak için ders çıkartıyor. ‘‘Biz, Bosna ve Kosova'da da büyük bir hata yaptık. Hukuk düzeninin öncelik taşıması gerektiğini anlamadık. Biz önceliği demokrasiye vermek gerektiğini düşündük. Bu ülkeye istemediği kadar seçim yaptırdık. Ama sonuç alamadık.’’

Her geçen gün daha fazla ortaya çıkıyor. Irak'ta Saddam Hüseyin rejimi yıkıldı ama otorite boşluğu, eskisini aratacak bir korku düzeni ile Iraklıları karşı karşıya bırakıyor.

Sadece Irak değil, Türkiye için de riskli bir gelişme bu.

ABD Savunma Bakanı Rumsfeld'in, ‘‘özgürlük’’ olarak nitelediği bu başıbozukluk ‘‘dokunulmazlık kültürü’’nü besliyor.

* * *

ASHDOWN, geçen hafta gazetecilere yaptığı açıklamalarda Bosna ve Kosova'dan çıkardığı dersler ışığında Bağdat için şu tavsiyelerde bulunuyor:

‘‘Silahların sustuğu ilk günden itibaren hukuk düzeni sağlanmalı, eğer bunu sağlayamazsanız bıraktığınız boşluğu yolsuzluk şebekeleri, suç örgütleri tahmin ettiğinizden çok daha hızlı dolduracaktır.’’

Hele de Irak'taki gibi bir diktatörlük rejiminin kısa sürede devrilmesinin ardından ortaya çıkan otorite boşluğu çok daha ciddi sonuçlara yol açacak.

Yağmalamalardaki şuursuzluk, bu tehlikenin ilk habercisiydi.

Bosna'da savaşın üzerinden yedi yıl geçmiş olmasına rağmen, hálá hukuk düzeni sağlanamadı, Bosna polisi suç şebekeleri ile baş edemiyor. Bugün bile uluslararası destek arıyor.

Kosova'da da durum faklı değil. Savaştan sonra Sırpların evlerini yağmalayanlar, hırsızlık yapanlar yakalansa da, ya hapishanelerdeki yer sıkıntısı nedeniyle ya da rüşvetle iş yapan gardiyanlar sayesinde kısa zaman sonra serbest bırakılıyorlardı.

Kosova'da, otorite boşluğu sırasında güçlenen kaos, mahkemelerin bağımsızlığını tamamen ortadan kaldırmış, cezaeveleri parayı verenin paçayı kurtardığı yol geçen hanlarına dönmüştü. Şimdi orada, adaleti yabancı yargıçlar dağıtmaya çalışıyor.

Halka dayanmayan kurtuluş savaşları kimseyi kurtarmıyor.

* * *

IRAK'ta işler iyi gitmiyor. Amerikan askerlerinin düzen sağlayacak ne donanımı var ne de böyle bir misyonu.

Birkaç zavallı Iraklıyı kargatulumba kıstırıp ‘‘işte düzeni sağlıyoruz’’ pozları vererek hukuk düzenini sağlamak mümkün değil.

On yıldır, Ankara, Londra, Washington'da yapılan muhalefet toplantılarının da hiçbir şeyi ‘‘hazırlamadığı’’ anlaşılıyor.

Demek savaş, Bağdat rejimi kadar savaşı yapanları da hazırlıksız yakalamış. Vahim.

* * *

IRAK'ta, otorite boşluğunu doldurmaya aday yolsuzluk ve zorbalık düzenine karşı halka cazip gelen yeni bir güç sahneye çıkıyor. Din.

Camiler, tekkeler ve cemaatler dini liderlerin denetimi altında laik rejimin boşluğunu doldurarak halkı birleştirici bir rol oynamaya başlıyorlar. ‘‘Bush'a ve Saddam'a hayır. İslam devletine evet’’ sloganlarıyla yürüyenler tüm Irak halkını temsil etmiyor belki, ama bugün Irak'tan yükselen tek örgütlü ses onların sesi.
Yazının Devamını Oku

Tam üyelik mi tam komşuluk mu

18 Nisan 2003
<b>İKİ </B>gün, peşpeşe çekilen iki resimden birinde Türkiye var, diğerinde yok. Ama o iki resimde de Kıbrıs var. Üstelik de Rum Yönetimi Cumhurbaşkanı tarafından temsil ediliyor. Oysa çarşamba günü Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, o resme ‘‘Kıbrıs Rum kesimini tanımış olmamak için’’ girmemişti.

Şimdi ne oldu? Çarşamba tanımadığını, perşembe tanımış mı sayıldı?

Sembollerle iletişim takıntısı işte böyle tuhaf durumlara sürükleyebiliyor bir ülkeyi.

Oysa, dışişleri bakanlığının üst düzey diplomatları Atina zirvesinde izlenecek tutumu ayrıntısıyla tartıştıktan sonra Bakan'a katılma tavsiyesinde bulunuyorlar.

Abdullah Gül de anlaşılan bu toplantıya gitmek ve Türkiye'nin görüşünü ''jest''lerle değil, medeni biçimde sözlerle ifade etmekten yana.

Ama Dışişleri Bakanı, bir yandan Denktaş'ın ‘‘gitmese iyi eder’’ açıklamaları, diğer yandan gazetelerde çıkan ‘‘giderse Rum kesimini tanımış sayılacak’’ haberlerinin baskısı nedeniyle genişleme toplantısına katılmıyor.

Ne yazık ki böyle kritik bir dönemde Türkiye her rüzgara eğilen bir hükümete, sadece oy hesabı içinde olan bir muhalefete sahip.

* * *

KIBRIS'ın Avrupa Birliği'ne tam üyeliği, Avrupa'nın iddialarının aksine Kıbrıs'ta çözümü zorlaştırıyor.

Türkiye'nin Avrupa ile ilişkilerini de.

Ama kaderin garip cilvesine bakın ki, bugüne kadar çözümü engellemek için her yolu deneyenler, dünden beri umut denizinde yüzmeye başladılar.

Avrupa Birliği'nin sorunlu bir Kıbrıs ile büyük sıkıntılara gireceğini ve ‘‘Türkiye'nin kapısına gelmek zorunda kalacağını’’ ileri sürüyorlar.

O zaman biz de, ‘‘Madem öyle, bizimle üyelik görüşmelerini başlatın biz de Kıbrıs'ı çözelim’’ diyebilirmişiz.

Ya Kıbrıs Türkleri? Çözüm planlarının karanlık emellerinden kurtarılan Kıbrıs Türklerinin çıkarları ne olacak o zaman?

Kıbrıs? Bütün çözüm önerilerinin reddedilmesi sayesinde ‘‘elde tutulan Kıbrıs’’?

Stratejik çıkarlar?

Tamam, bu soruları bir kenara bırakalım ama bir tane var ki onun yanıtını mutlaka almak gerekiyor. Ya kimse gelip kapımızı çalmazsa ve ‘‘N'olur bunu çözün, bizi kurtarın’’ diye yalvarıp yakarmazsa?

İlişkilerde yine BM kararları ve Avrupa Birliği belgeleri belirleyici olmaya devam ederse? Kıbrıs Rum Yönetimi'nin, ‘‘Kuzey ile ilişkileri geliştirme planları’’ şıkır şıkır hayata geçerse?

Bunun yanıtını de mutlaka vermeli dünden itibaren umutlu bekleyiş içine girenler.

* * *

MART ayının 18'inde AB Komisyon Başkanı Romano Prodi ve Komisyon'un Uluslararası İlişkiler sorumlusu Chris Patten geliştirdikleri bir öneriyi AB Dışişleri Bakanları'na ilettiler. ‘‘Avrupa Birliği genişleme süreci sonsuza kadar devam edemez. Eğer ortak değerler temelinde bir Avrupa diyorsak bunun sınırı Yeni Zelanda'ya uzanır’’ dedikleri mektuplarında Prodi ve Patten şunu öneriyorlar: ‘‘Avrupa, kendi çevresinde ortak pazar ve ortak Avrupa değerlerini paylaşan ama Avrupa kurumlarına katılmayan komşulardan oluşan bir halka yaratmalıdır.’’

Avrupa, şimdi bu öneriyi tartışıyor. Avrupa kararlarına katılamayan ama uygulamalardan yararlanan ‘‘özel statülü komşular’’.

Tam üyelik mi tam komşuluk mu? Bugüne kadar kazanılan haklardan fedakarlık, yürünen yollardan vazgeçme anlamına gelecek bir tercih sorusu.
Yazının Devamını Oku

Tam üyelik mi tam komşuluk mu

18 Nisan 2003
İKİ gün, peşpeşe çekilen iki resimden birinde Türkiye var, diğerinde yok. Ama o iki resimde de Kıbrıs var. Üstelik de Rum Yönetimi Cumhurbaşkanı tarafından temsil ediliyor.Oysa çarşamba günü Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, o resme ‘‘Kıbrıs Rum kesimini tanımış olmamak için’’ girmemişti.Şimdi ne oldu? Çarşamba tanımadığını, perşembe tanımış mı sayıldı? Sembollerle iletişim takıntısı işte böyle tuhaf durumlara sürükleyebiliyor bir ülkeyi. Oysa, dışişleri bakanlığının üst düzey diplomatları Atina zirvesinde izlenecek tutumu ayrıntısıyla tartıştıktan sonra Bakan'a katılma tavsiyesinde bulunuyorlar.Abdullah Gül de anlaşılan bu toplantıya gitmek ve Türkiye'nin görüşünü ''jest''lerle değil, medeni biçimde sözlerle ifade etmekten yana. Ama Dışişleri Bakanı, bir yandan Denktaş'ın ‘‘gitmese iyi eder’’ açıklamaları, diğer yandan gazetelerde çıkan ‘‘giderse Rum kesimini tanımış sayılacak’’ haberlerinin baskısı nedeniyle genişleme toplantısına katılmıyor. Ne yazık ki böyle kritik bir dönemde Türkiye her rüzgara eğilen bir hükümete, sadece oy hesabı içinde olan bir muhalefete sahip.* * * KIBRIS'ın Avrupa Birliği'ne tam üyeliği, Avrupa'nın iddialarının aksine Kıbrıs'ta çözümü zorlaştırıyor. Türkiye'nin Avrupa ile ilişkilerini de.Ama kaderin garip cilvesine bakın ki, bugüne kadar çözümü engellemek için her yolu deneyenler, dünden beri umut denizinde yüzmeye başladılar.Avrupa Birliği'nin sorunlu bir Kıbrıs ile büyük sıkıntılara gireceğini ve ‘‘Türkiye'nin kapısına gelmek zorunda kalacağını’’ ileri sürüyorlar.O zaman biz de, ‘‘Madem öyle, bizimle üyelik görüşmelerini başlatın biz de Kıbrıs'ı çözelim’’ diyebilirmişiz.Ya Kıbrıs Türkleri? Çözüm planlarının karanlık emellerinden kurtarılan Kıbrıs Türklerinin çıkarları ne olacak o zaman?Kıbrıs? Bütün çözüm önerilerinin reddedilmesi sayesinde ‘‘elde tutulan Kıbrıs’’? Stratejik çıkarlar? Tamam, bu soruları bir kenara bırakalım ama bir tane var ki onun yanıtını mutlaka almak gerekiyor. Ya kimse gelip kapımızı çalmazsa ve ‘‘N'olur bunu çözün, bizi kurtarın’’ diye yalvarıp yakarmazsa? İlişkilerde yine BM kararları ve Avrupa Birliği belgeleri belirleyici olmaya devam ederse? Kıbrıs Rum Yönetimi'nin, ‘‘Kuzey ile ilişkileri geliştirme planları’’ şıkır şıkır hayata geçerse?Bunun yanıtını de mutlaka vermeli dünden itibaren umutlu bekleyiş içine girenler.* * *MART ayının 18'inde AB Komisyon Başkanı Romano Prodi ve Komisyon'un Uluslararası İlişkiler sorumlusu Chris Patten geliştirdikleri bir öneriyi AB Dışişleri Bakanları'na ilettiler. ‘‘Avrupa Birliği genişleme süreci sonsuza kadar devam edemez. Eğer ortak değerler temelinde bir Avrupa diyorsak bunun sınırı Yeni Zelanda'ya uzanır’’ dedikleri mektuplarında Prodi ve Patten şunu öneriyorlar: ‘‘Avrupa, kendi çevresinde ortak pazar ve ortak Avrupa değerlerini paylaşan ama Avrupa kurumlarına katılmayan komşulardan oluşan bir halka yaratmalıdır.’’Avrupa, şimdi bu öneriyi tartışıyor. Avrupa kararlarına katılamayan ama uygulamalardan yararlanan ‘‘özel statülü komşular’’. Tam üyelik mi tam komşuluk mu? Bugüne kadar kazanılan haklardan fedakarlık, yürünen yollardan vazgeçme anlamına gelecek bir tercih sorusu.
Yazının Devamını Oku

Kıbrıs'ta yolun sonu

14 Nisan 2003
<B>GERÇEKTEN</B> de insanın içini burkan bir durum ortaya çıkacak ayın 16'sında. Yunanistan'ın on yıldan beri adım adım geliştirdiği parlak diplomasi sonucunu gözler önüne serecek. Avrupa Birliği, Irak krizinin yol açtığı çatlaklara rağmen, o gün tam bir birlik ve bütünlük tablosu sergileyerek yeni üyelerine bu arada Kıbrıs'a kapılarını açacak. Türkiye, tam üyelik müzakereleri için tarih alan ve kendisinden bir adım daha ileri durumda bulunan Bulgaristan ve Romanya ile birlikte aday ülke olarak bu seremoniye katılacak.

İşte bu noktada büyük bir tartışma var. Türkiye katılmalı mı, katılmamalı mı?

Katılırsa, bunun Rum kesimini tanıma anlamına geldiğini ileri sürenler var. Bence bu doğru değil. Çünkü Türkiye AGİT toplantısında Kıbrıs'ın temsilcisi olarak Rum Yönetimi'ni Türkiye'ye davet etmek durumunda kalmıştı anımsarsanız. O dönemde bu konu tartışıldı ve bunun Rum Yönetimi'ni tanıma anlamına gelmeyeceği yorumu yapıldı.

İslam Konferansı Örgütü ile Avrupa Birliği üyesi ve adayı ülkelerin, medeniyetler arası buluşma konulu konferans için İstanbul'da yaptıkları toplantıda da aynı durum tekrarlandı. Ankara, Kıbrıs Rum Yönetimi'ni davet etti.

Dünyanın tanıdığı bir ülkeyi siz tanımıyorsunuz ve size ait olan bir kararı, ancak siz değiştirirsiniz. Toplantıya katılmanız ya da katılmamanızın bu açıdan bir önemi yok.

* * *

AMA tabii burada başka bir şey var. O da Türkiye'nin Kıbrıs'ın Avrupa üyeliği ile ilgili tavrı.

Türkiye Kıbrıs'ın, çözümden önce AB'ye üye olmasına karşı çıkıyor. Eğer bu noktada kriz politikası izlemeye karar verilmişse o zaman başka.

Bunun için de, Avrupa ile ilişkileri tamamen Kıbrıs'a endeksleyen köklü bir değişiklik kararı gerekmez mi?

Üstelik, bu pozisyonun etkili olması için devamlılık da şart. O zaman da, Türkiye'nin Kıbrıs'ın üye olduğu Avrupa Birliği ile hiçbir toplantıya katılmaması gerekir.

Kıbrıs'ta Türk devleti tanınmadan, Avrupa ile ilişkilerin askıya alınmasını zorlayan bu çizgi, Türkiye için bir yol seçimidir.

Avrupa Birliği ile ilişkilerde, adaylık statüsü de dahil, bugüne kadar Türkiye'nin elde ettiği haklardan, uzun müzakerelerle ulaşılan kazanımlardan fedakarlık ederek Avrupa yolundan ayrılmak mı, yoksa bu yola devam etmek mi?

Gelinen nokta, öncelikleri yeniden netleştirme noktasıdır.

* * *

EĞER Kopenhag'da KKTC, Annan planını kabul ettiğini açıklamış olsaydı, 16'sında Kıbrıs Türk kesimi de Avrupa Birliği anlaşmasının altına imza atıyor olacaktı.

Ve Rum kesimi, Türk tarafına katiyen tanımak istemediği hakları, Avrupa Birliği üyeliğinin onayına sunulduğu aynı referandumda onaylamak zorunda kalacaktı.

Daha da önemlisi Türkiye, dış politikasında Kıbrıs ipoteğinden kurtulacak, Kıbrıs ile ilgili yeni koşullara uygun etkili bir dış politika oluşturma olanağı bulacaktı.

16'sında Rum Yönetimi, Avrupa ile ilk birlik anlaşmasına imza atacak. Üstelik de, Birleşmiş Milletler'in, Avrupa Birliği'nin ve Amerikan Kongresi'nin Türkleri ‘‘çözüm istemeyen taraf’’ olarak niteledikleri bir uluslararası ortamda.

Bu, Türkiye'nin Kıbrıs politikalarının iflasıdır. Artık bu saatten sonra, ‘‘toplantıya katılırsak tanımış olur muyuz, olmaz mıyız? AB üyeliklerini kabul etmiş olur muyuz olmaz mıyız?’’ gibi şekilsel tartışmaları, sembolik eylemler sadece Türk kamuoyunu oyalama anlamını taşır.

* * *

AVRUPA Birliği, aday ülkelerle üyelik anlaşmasını 16 Nisan'da imzalayacak ama tam üyelik 2004'de gerçekleşecek. Aynı tarihte Türkiye ile de, Kopenhag kriterlerine uyum sağlamış olması koşuluyla, tam üyelik görüşmeleri başlayabilir.

Bir yıl, net hedeflere sahip siyasetlerin hayata geçmesi için hiç de az bir süre değil. Kıbrıs'ta bugüne kadar uygulanan politikalarla yolun sonuna gelindi. Ama yeni bir yol açmak de elimizde.
Yazının Devamını Oku

Prangalı dış politika

13 Nisan 2003
<B>KİTABI</B> elimden bırakamıyorum. <B>Hasan Cemal</B>'in <B>‘‘Kürtler’’</B> kitabı, yirmi yıldan beri Türkiye'yi neden değiştiremediğimizi; değişimin önündeki engelleri; ortak akıl oluşturmak için çaba harcamak yerine insan harcamayı nasıl daha kolayca yapabildiğimizi gözlerimin önüne seriyor. PKK'nin Şemdinli ve Eruh baskınlarıyla 1984 yılında patlak ve olaylardan bu yana, gazeteci olarak benim de kiminin içinden, kiminin de yanından geçtiğim olayları, samimi ve titiz bir üslupla anlatan kitabın önsözünde Hasan Cemal, ‘‘Bir fotoğraf çektim. Ne kadar net bilemiyorum. Ama başkaları da fotoğraf çektikçe görüntünün iyileşeceğine inanıyorum’’ diyor.

Yirmi yıl. O gün doğan çocuklar şimdi dünyayı sorgulama çağındalar. Geçmişin resimleri ne kadar net olursa geleceğin inşasında çıkmaz yollara sapma riski de o kadar azalır insanların.

* * *

AMERİKALI gazeteci, ‘‘Özür dilerim’’ diyor ‘‘akşam vakti rahatsız ediyorum.’’

Evet biraz rahatsız oluyorum. Rumsfeld'in tabiri ile Amerika'nın ‘‘katastrofik başarısı’’nı izlemekten daralan ruhuma şefkat göstermek için, kendimi Kapalı Çarşı'nın pırıltılı kumaşlar, rengarenk boncuklar dünyasına atarken Eminönü'nün, Bağdat görüntülerinden beter pis ve çirkin hali o kadar yordu ki beni. Kimseyle konuşmak istemiyorum. Ama meslektaşlık hatırına ‘‘Zararı yok, buyurun’’ diyorum.

‘‘Türkiye, peşmergelerin Kerkük ve Musul'a girmesinin müdahale sebebi olacağını ilan etmişti. Neden sözünü tutmadı?’’

Bildiklerimi aktarıyorum. Sonra ben ona soruyorum. ‘‘Siz bugünkü durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?’’

‘‘Amerika, Türkiye'ye verdiği hiçbir sözü tutmadı. Türkiye de sarf ettiği büyük sözleri yuttu. Ben durumu böyle görüyorum.’’


* * *

HASAN Cemal, Kürtler'de 7 Aralık 1991'de zamanın başbakanı Süleyman Demirel ile Diyarbakır'da yaptığı bir görüşmeyi anlatıyor. Muhalefetteyken Özal'ın Çekiç Güç politikasını eleştiren Demirel, Başbakan olduğunda Çekiç Güç'ü neden savunmak zorunda kaldığını Hasan Cemal'in kulağına şöyle fısıldıyor:

‘‘Amerika ile çok işimiz var Türkiye olarak. Bir de unutma, 50 milyar dolarlık dış borcun dış politikaya koymuş olduğu ipotekler var.’’

O dış borç bugün, yani on yıl içinde milyarlar, milyarlarca dolar artyor, iç borçla birleşiyor ve Türkiye IMF'in acı reçetelerini gıkını çıkartmadan kabul etmek durumunda kalıyor.

Bu borçların Türkiye'yi hangi ipotekler altına soktuğunu bilen biliyor, ama yüzleşilmiyor.

Teröre karşı verilen mücadele dönemi de aynı sessizlik üslubuyla arşive kaldırılmış duruyor. Türkiye 20 yıllık bu sürecin yaralarını saracak ne ekonomik ne sosyal bir proje geliştirip hayata koyabilmiş. Hálá insanlar yoksul, hálá gençler yarınlarını göremiyor, hálá ne devlet Kürt korkusundan kurtulabilmiş ne de Kürtler devlete inanıyor.

Borçlu yaşamanın yanı sıra Kürt meselesi gibi hayati bir sorunu çözümsüz bırakmak ta Türkiye'nin üzerindeki ipotekleri ağırlaştırıyor.

* * *

KÜRTÇENİN Cumhuriyet döneminde ilk kez yasaklanması 1925. Yine Hasan Cemal'in kitabında yer alan bir habere göre 29 Ağustos 2001'de Diyarbakır'ın Çınar ilçesinde sinema anonsunu Kürtçe yaptıran kaymakam hakkında soruşturma açılıyor. Hasan Cemal, 1991'de özgürlükleri kısıtlayan yasalarda değişiklik konusunda yazdığı bir makalesini kitapta aktardıktan sonra altına şu eklemeyi yapıyor:

‘‘2000 yılında bu kitabı yazmaya başladığımda özlediğim demokrasi reformu hala gerçekleşmemişti.’’

Kürtler kendi deneyimlerini, askerler, polisler, politikacılar kendi yaşadıklarını anlatıyorlar Hasan Cemal'in kitabında. Türkiye konuşuyor, Hasan Cemal, kendi bakış açısı ile zenginleştirip, derinleştirdiği bir resim çekiyor.

Karşıma çıkan resme bakınca, 20 yıl sonra çekilecek resim için ‘‘haydi hemen el ele verelim, aşalım sorunlarımızı’’ diye geçiriyorum içimden, ‘‘ipotekler artmadan, prangalar ağırlaşmadan.’’
Yazının Devamını Oku

Kuzey Irak'ta değil Türkiye'de çözüm

11 Nisan 2003
<b>WASHİNGTON</B>'un Türkiye'ye verdiği güvencelerin lafta ya da kağıtta kalması sizce sürpriz mi?<br> ABD'nin Irak planındaki en sağlam dayanağı olan Kürtlerin, peşmergelerle birlikte sivillerin de bulunduğu gruplar halinde Kerkük'e girmeleri nasıl sürpriz değilse, Bush Yönetimi'nin verdiği güvencelerin bir çırpıda unutulmaları da sürpriz değil.

Ama unutuldukları gibi hatırlanıvermeleri de çok mümkün.

Çünkü artık, ittifakları kolayca çiğneyerek tek başına yola çıkan ve bu yolda da zafere ulaştığına inanan bir güç var karşınızda.

İttifak çerçevesinde karşılıklı yükümlülüklerin sorumluluğundan kurtulmuş bir gücün verdiği sözlerin, ne sözlüsünün ne de yazılısının bir anlamı olabilir.

Türkiye gibi Kuzey Iraklı Kürt gruplara verilen garantilerin de kıymeti yoktur artık.

* * *

TÜRKİYE, kendi güvenliğini ve dış politikasını ABD'nin vereceği güvencelere, Kuzey Iraklı Kürt grupların garantilerine bağlayabilir mi?

Hayır. Ama kendi güvenliğini belirlemek ne demek? Bu, kesinlikle Kuzey Irak'a askeri bir müdahale gerektiği demek değildir.

Askeri bir müdahale, Türkiye'yi ABD ve Avrupa ile karşı karşıya getirir. Bundan daha önemli bir şey var. Komşuluk ilişkileri.

Türkiye, Irak'a kucak açan, halkına destek mesajları ile yanaşan zor zamanda yardımına koşan komşu olduğunu, Irak'ta yaşayan herkese, Arabı'na, Kürt'üne, Türkmen'ine, Asurisi'ne göstermelidir.

Bunun da bence tek yolu, Türkiye'nin güvenlik ve dış politikasını ‘‘Kürt ipoteğinden’’ kurtarmaktır.

Yani çözümü dışarıda aramak değil, içeride gerçekleştirmektir.

Türkiye, kendisini çevrede meydana gelebilecek olaylardan etkilenmeyecek bir demokrasi ve adalet düzenine yükseltmek zorundadır.

Kürt sorununu insan hakları ve demokrasi çerçevesinde derhal, çok köklü adımlar atarak çözmeye karar vermeliyiz.

Kaybetme korkularıyla yaşayan bir toplum yerine, kendi gücünü ekonomik sorunlardan, siyasi meselelere kadar her alanda seferber edebileceğine inanan bir ülke olmanın yoludur bu.

Dış politikada kişilikli bir duruş da bu inançla mümkün değil mi zaten?

* * *

IRAK'ta olanlar bizi tabii ki ilgilendiriyor. Ama ilk verilecek mesajlar da çok önemli. Irak halkının Türkiye'den duymak istediği en son şey ‘‘askeri müdahale’’ tehdididir herhalde.

Irak'ın yeniden yapılanması bizi tabii ki çok yakından ilgilendiriyor. Iraklıların güvenliği, bizim için akrabalarımızın güvenliği demektir.

Dün CNN Türk televizyonuna konuşan Kerküklü bir Türk, gelişmeler karşısındaki endişelerini dile getirirken Türk ordusunun yardımlarına gelmesini beklediklerini söylüyordu.

Bu aslında, dünyaya bir ‘‘adalet’’çağrısıdır. Türkiye'ye düşen, Türkmenlerin sesini ve endişelerini dünyaya duyurmaktır.

Irak'ta bizi en çok ilgilendirmesi gereken ‘‘adil’’ bir sürecin başlamasıdır. Bizim bundan sonra bölge ile ilgili sloganımız bu olmalıdır. Adalet.
Yazının Devamını Oku

Türk modelinde ordunun rolü

7 Nisan 2003
<B>DÜN </B>bu sütunda Fransa'da yayınlanan yeni bir kitaptan ve yazarıyla yaptığım söyleşiyi aktarmıştım. İslam dünyasında, radikalizme karşı iki akımın ortaya çıktığını, birin Batılılaşma, diğerinin ise müslümanlığın modernleştirilmesi çabası olduğunu anlatan ‘‘Rifaa'nın çocukları-Müslüman ve modernler’’ adlı kitabın yazarı Guy Sorman, Türkiye'nin Arap ve İslam dünyası için model olamayacağını söylemiş, ‘‘Türkiye, Avrupa Birliği'ne katılarak Avrupa'yı bir model haline getirir’’ demişti.

Irak savaşı ile açılan bu dönemde kültürler arası çatışma riski, Türkiye'yi Avrupa hedefini daha ciddiye almaya zorluyor. Çünkü bu, Batı güvenliği açısından da çok önemli. Sorman kitabında, Avrupa'yı eleştiriyor. ‘‘Yunanistan, İspanya ve Portekiz Avrupa Birliği'ne katıldıktan sonra zenginleştiler ve ilerlediler. Biz Türkiye'ye önce zenginleş, önce demokratlaş öyle gel diyoruz’’ sözleriyle eleştiriyor, Türkiye'nin Avrupa ile yakınlaştıkça ordu meselesi gibi sorunlarını da çözeceğini yazıyor.

Kitabındaki bu noktaya ilişkin bir soru yöneltiyorum kendisine.

* * *

‘‘TÜRK ordusu, sizin de belirttiğiniz gibi radikal İslama karşı Batı'da da bir güvence olarak görülüyor. Ama, AB üyesi olmak ve demokratik değerleri paylaşabilmek için siyasetin ordunun gölgesinden kurtulması gerekiyor. Ne diyorsunuz?’’

‘‘Türk ordusunun rolüyle ilgili benim görüşüm dışarıdan, tarafsız ve mesafeli’’
diyor Sorman, ‘‘Eğer ben de Türk olsaydım. Büyük olasılıkla, insan hakları militanı olur ve şüphe yok ki ordunun toplumdaki rolüne karşı mücadele ederdim. Ama benim bu konudaki yaklaşımım pozitif. Ordu, Türk toplumunun kurumlarında ve kültüründe modernleştirici bir rol oynadı.’’ Ve hemen bir soru soruyor. ‘‘Eğer Türkiye bugün, bu orduya sahip olmasaydı ne olabileceğini hayal ediyor musunuz?’’

Yanıtı da kendisi veriyor: ‘‘Türkiye ya Sovyetleşirdi ya da İslamlaşırdı. Ordu olmasaydı Türkiye konfederal, demokrat ve zengin bir İsviçre olur muydu, şüphem var.

Ayrıca ben ordu sayesinde, kendilerini sistemden dışlanmış hisseden müslümanları sivil topluma entegre eden -AKP ile birlikte- yeni bir siyasi deneyimin Türkiye'de başarıya ulaşacağını düşünüyorum.’’

Bu tahlili yaptıktan sonra Sorman, özeleştiri ile beslenen bir demokrasi zihniyetinin Türkiye'yi Avrupa hedefine gerçek anlamda yakınlaştıracak önemli bir soru atıyor ortaya.

‘‘Bence bugün ordu ile ilgili esas sorun şu. Ordu içinde, gelecekte kendi rolünü kısıtlamasına izin verecek bir özeleştiri akımı başlayabilecek mi? Toplumdan geri çekilmeyi kendisi organize edebilecek mi? Yoksa kendi gerekliliğini büyütmeye devam mı edecek?’’

Bu sorunun yanıtını tartımak bize düşüyor.

Ama, Irak savaşı Türkiye için Avrupa hedefini çok daha önemli kılıyor. Çünkü savaş sonrasının bölgeye ne getireceği belli değil.

* * *

IRAK savaşı, Washington'un ileri sürdüğü gibi tüm Ortadoğu'nun özgürleşme ve modernleşmesi için bir ‘‘fırsat’’ mı olacak yoksa silah geri mi tepecek?

‘‘Bu çatışma, Arap dünyası için iki farklı geleceğe aynı anda kapı açıyor’’ diyor Sorman, ‘‘Araplar, despotizmin geleceğinin olmadığı ve batı değerlerini benimsemek gerektiği sonucuna da varabilirler. Ama başka bir şey de olabilir. Batı'yı yeni kolonicilikle suçlayıp, daha fazla sırt çevirebilirler. Bu durum Arapları bölecektir. Batı karşıtları, modernleşmeyi savunanları ABD ve Batı'dan daha tehlikeli ilan edecektir. Amerikan müdahalesi ile özgürlüğün Arapların da hakkı olduğunu ve İslam'da aydınlanma geleneğinin bulunduğunu savunanlar güçlenebilir, bunlara ben Rifaa'nın çocukları diyorum. Ama İslam aydınlanması Amerikan silahlarına dayanarak gerçekleştirilebilir mi? Amerikalıların ileri sürdükleri Japonya ve Almanya örnekleri geleceği görebilmemizi sağlamıyor. Durumu, Amerikan işgalinin süresi ve niteliği, Irak'ta güven kazanabilecek bir yerel güç yaratıp yaratamayacağı belirleyecek. Bu, modernleşme eğilimi -Rifaa'nın zaferi- ya da onun mutlak reddi -Bin Ladin'in zaferi- ile sonuçlanacak bir hız yarışı olacak.
Yazının Devamını Oku

İlginç iddia: Türkiye İslam dünyasına model olamaz

6 Nisan 2003
MÜSLÜMANLIK ve modernizm. 11 Eylül'den bu yana İslam, dünyada bir güvenlik konusu olarak gündeme girerken ‘‘Türkiye modeli’’, birçok çevre tarafından İslamın modernizmle uyumunu sağlayan örnek olarak kabul ediliyor.ABD Dışişleri Bakanı Powell, geçen hafta Ankara'da, ‘‘Saddam sonrası Irak'a Türkiye model olacak’’ dedi.Türkiye İslam Dünyası için model oluşturabilir mi? Bu soruyu, Fransa'da yeni çıkan kitabı büyük tartışma yaratan Guy Sorman'a sordum.Ama önce, günümüzün önde gelen düşünürleri arasında olan Sorman'ın, ‘‘Rifaa'nın çocukları’’ (Les enfants de Rifaa. Fayard yayınları) adlı ve henüz Türkçeye çevrilmeyen kitabından söz etmek istiyorum. Sorman kitabında, tartışmalara ışık tutuyor ve ‘‘Batı’’ya radikal İslamcı eğilimlerin karşısında liberal ve modernizmle barışık İslamcı bir çizginin de var olduğu mesajını veriyor.1826 yılında Kavalalı Mehmet Ali Paşa tarafından Mısır'dan Fransa'ya Batı'yı incelemesi için gönderilen genç alim Rifaa Tahtawi'nin, ‘‘İslam ile ilericilik arasında senteze ulaşmak mümkündür. Küçük birkaç şey dışında Kuran'da Müslümanlığın modernleşmesine karşı hiçbir şey yoktur’’ sonucuna varmasından yola çıkan Sorman, Fas'tan Mısır'a, Endonezya'dan Türkiye'ye kadar geniş bir coğrafyada gerçekleştirdiği araştırmalar sonucu kaleme aldığı kitabında, ‘‘Rifaa'nın çocukları''nın aydınlık ve liberal bir Müslümanlık için mücadeleye devam ettiklerini söylüyor. Sorman'a göre, tüm İslam aleminde etkili bir değişimi gerçekleştirebilecek olanlar diktatörlükle yönetilen ülkelerde yaşıyor. Onların verdiği mücadelenin, demokrasi ve bu bölgelerin yoksulluğa karşı mücadelesi aynı zamanda. O nedenle bugün bu ülkelerin diktatör yönetimlerini, baskıcı yöneticilerini destekleyen ‘‘Batı’’ bu tutumunu kendi ‘‘güvenliği’’ için değiştirmek zorunda.* * *KİTAPTA Türkiye'ye geniş bir bölüm ayrılmış. Çünkü yazara göre, Türkiye, İslam dünyası için değil ama Avrupa için önemli.‘‘İslam dünyası ile ilişkilerini sağlam değerlere bağlayamayan bir Avrupa'nın geleceği yoktur. Bu değerler, liberal demokrasi, insan haklarına saygı, ahlaklı bir diplomasi, yoksul ülkelerle işbirliği, kültür ve din farklılıklarına saygı olmalıdır. Türkiye'nin Avrupa'ya katılması Avrupalı olmayan Müslümanlar için bir model olacak. Bu, Balkanlardan Anadolu'ya kadar aydınlık İslam'ı da kucaklayan Avrupa'nın büyük bir projesi olacaktır. Medeniyetler çatışmasını geride bırakmış bu Avrupa, Osmanlı İmparatorluğu'nun en iyi zamanlarında olduğu gibi, uyum içinde birlikte yaşamanın örneğini verecek.’’* * * TÜRKİYE İslam dünyası için model teşkile edebilir mi? Kitabında yer alan yukarıdaki satırlardan yola çıkarak bu soruyu yöneltiyorum kendisine. İşte yanıtı:‘‘İslam toplumunda, ulusal ve devlet modernleşmesi bağlamında bir Türk deneyimi var. Ama bu, o kadar kendine has ki, İslam dünyası için bir model oluşturamaz’’ diyor Sorman.‘‘Kemalizm, Türkiye'nin kendi özel tarihinin sonucu olarak ortaya çıktı ve bir ekol oluşturmadı. Türk modernleşmesinin evrenselleşmesi önündeki bir başka sınırlama da dinidir. Türk İslamcıları, evrensel bir İslam olabileceğini düşünüyorlar. Oysa Araplar kendilerini Türk İslamı içinde görmüyorlar. Osmanlı egemenliğinin, hafızalarda hala taze olan anıları, Türk İslam'ını şüpheli bir konuma sokuyor onların gözlerinde. Buna Mustafa Kemal'in dini temsilcilere karşı tavrını da eklemek gerek. Türkiye modernizm ve İslam'ın uzlaşmasının modeli mi dir? Hayır. Türkiye, Müslümanların modernizmle, hatta Avrupa tipi modernizmle uzlaşmasının örneğidir. Türkiye'nin gerçekleştirdiğine ben, ‘Avrupa arzusu' diyorum. Bu arzu, bugün Müslüman olan diğer uluslar tarafından paylaşılmıyor. Onlar, İslam'ı, Batı değerlerine uymadan, modernleştirmek istiyorlar.’’Kemalizm'in bir model oluşturamadığını ama İslamcı bir geçmişe sahip bir partinin iktidara gelmesi ile Türkiye'nin esas şimdi bir model oluşturacağını ileri süren Tayyip Erdoğan'ın iddialarının da ikna edici olmadığını söylüyor Sorman. ‘‘Çünkü Erdoğan, İslam dünyasından her şeyden önce Türk olarak algılanıyor.’’‘‘Türkiye, esasında Batılılar için bir modeldir’’ diyor Sorman, ‘‘Onlara, Müslüman ve modern olunabileceğini kanıtlayacak bir örnektir Türkiye. Çok sayıda batılının bu konuda hala şüphesi var çünkü.’’
Yazının Devamını Oku