Ferai Tınç

Kendimize bir rol biçelim

11 Mayıs 2003
<B>ÖNCE Colin Powell</B> ardından <B>Wolfowitz</B>. Her ikisi de önümüzdeki dönemde Türkiye'nin Ortadoğu'ya örnek olabileceğini söylediler. Amerikalılar ve bazı batılılar Türkiye'nin laik bir İslam devleti olduğunu düşünüyorlar. ‘‘Bir İslam devleti laiklik ile İslamiyet'i nasıl bağdaştırdı, demokrasiyi öğrendiyse diğerleri de ona bakarak ders alabilirler’’ diyorlar.

Yanılıyorlar. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti bir İslam devleti değil, laik bir devlet ve daha da önemlisi ‘‘Batılı’’ kimliği kazanmak için yola çıkmış olan, Batı değer yargılarını kurumsallaştırmaya çalışan bir devlet.

Türklerin, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının büyük bir çoğunluğunun Müslüman olması bu gerçeği değiştirmiyor.

Devletin yapısına, ideolojisine uymayan talepler yükseliyor, tartışmalar, çatışmalar yaşanıyor ama bunlar iktidara yaklaşmış olsalar, hatta iktidar olsalar bile esas çizgiyi değiştirecek toplumsal desteği sağlayamıyorlar.

Türkiye'nin gücü ve tek oluşu da bundan kaynaklanıyor.

Halkının çoğunluğu Müslüman batılı bir ülke olmasından. Bu nedenle Türkiye, Washington'daki politikacıların önerdikleri rolü yerine getiremez, Arap ülkelerine ‘‘İslamiyet ile laikliği bağdaştırma’’, ‘‘İslamiyet ile demokrasiyi uzlaştırma’’ örnekleri oluşturamaz.

Ama başka bir konuda bölge ülkelerine tek örnek olabilecek ülke Türkiye'dir.

Neyin örneği olabilir Türkiye?

* * *

ABD Başkanı Bush, önceki gün South Carolina Üniversitesi'ndeki mezuniyet töreninde Irak savaşından sonraki ikinci adımı açıkladı.

Diğer Amerikan başkanları gibi Bush da, Amerikan politikalarının kritik dönemeçleri ve yeni yaklaşımlarına ilişkin ipuçlarını üniversite mezuniyet törenlerinde yaptıkları konuşmalarda veriyorlar. Örneğin Marshall, 1947'de Harvard'da mezuniyet töreninde yaptığı konuşmada, ‘‘Avrupa'nın yeniden inşaası’’ hedefini koymuş.

İşte ABD Başkanı'nın bu yılki konuşması da yeni hedefi açıkladı:

Ortadoğu'da ‘‘ekonomik gelişme ve hukuk düzeni.’’

Terörizme karşı mücadelenin en önemli ayağı Ortadoğu'da geniş kitlelerin memnuniyetsizlik, yoksulluk ve dilsizlikten kurtarılarak, terörizm batağının kurutulması.

Savaş ile, dayatma ile bu amaca ulaşılabilir mi? Bence ulaşılamaz. İnsanlık dikta rejimlerini değiştirecek yeni bir yöntem bulabilmeliydi bu yüzyılda. Ama ben bu hedefe tam destek veririm.

İşte Türkiye, tam bu noktada bölge ülkelerine örnek teşkil edebilir.

Çünkü hem serbest piyasa ekonomisini, hem de hukuk düzenini benimseyen bir bölge ülkesi Türkiye.

* * *

‘‘DEMOKRATİK hukuk devleti’’ rolü, bölgenin gelişme sürecinde Türkiye için en uygun roldür. İslamiyet ile demokrasiyi uzlaştıran Müslüman devlet rolü değil.

Ortadoğu için demokrasi eğitimi dönemi başlatıyor Washington.

Önümüzdeki aylarda Amerikalı hukukçulardan oluşan bir grubun Bahreyn'e giderek hukuk reformuna yardımcı olması öngörülüyor.

Neden Türk hukukçuların da bulunduğu karma gruplar oluşturulmasın? Kadın örgütleri bu büyük proje için harekete geçirilmesin? Örnekler çoğaltılabilir.

Üstelik, Ortadoğu'da demokrasi kurumlarının oluşturulması amacıyla bulunmak, askeri amaçlı var oluşlardan daha da etkilidir. Irak savaşından önce, ‘‘orada mutlaka bulunmamız gerekir’’ diyenler sadece askeri anlamda var oluştan söz ediyorlardı. Bence, ‘‘Orada, esas bu anlamda bulunmamız gerekir.’’

* * *

TÜRKİYE, Ortadoğu'nun yeniden yapılanma sürecinde örnek rolü oynayabilir. Ama bu, Kürt meselesinin tamamen çözümlenmiş olmasını, serbest piyasa ekonomisinin tüm kurallarıyla -rekabet iklimini bozan en ufak hortumculuğa izin vermeden- uygulanmasını, insan haklarının garanti altına alınmasını gerektirir.

Evet, kendimize bir rol biçmek istiyor muyuz? Ortadoğu'nun yeniden oluşumunda var olmak istiyor muyuz? Önce bunu yanıtlayalım.

Yazının Devamını Oku

İttifaklar ve hayaller

9 Mayıs 2003
<b>DÜN</B> Türkiye Basın Enstitüsü Derneği'nin genç gazeteciler için düzenlediği eğitim programı çerçevesinde<B> Herkül Milas</B>, <B>‘‘Türkiye ve Yunanistan'da gazetecilik ve tuzakları’’</B> konulu bir konferans verdi. Bugünlerde Washington'dan da sıkça duyduğumuz ‘‘hayal kırıklı’’ üzerinde durdu Milas konuşmasında.

Türk ve Yunan toplumlarını yakından tanıyan ve iki ülke halkının birbirlerini algılamalarıyla ilgili araştırmaları bulunan Milas, ‘‘Sevgi ve dostluk insanlar arasında olan duygulardır. Devletler arasında ittifak ilişkileri vardır’’ diyordu.

Olumlu bile olsa ön yargıların tehlikesine dikkat çekerken de, ‘‘Türkler kötüdür demek ile Türkler iyidir demenin arasında bence fark yoktur. Her ikisi de milliyetçi paradigmanın farklı yüzleridir. Türkler iyidir diye yaklaşıldığında, bir iki aksi örnek ortaya çıktığında hayal kırıklığına yol açar bu durum. Bu önyargılar tehlikelidir. Beklentilere dolayısıyla ve sonuçta da hayal kırıklıklarına neden olur.’’

Genç gazeteciler Milas'ı ilgi ile izlediler ve umarım ülkeler arasındaki ittifak ilişkisinin karşılıklı çıkarlara dayalı, duygulardan ve en önemlisi ahbap çavuş ilişkilerinden bağımsız ele alınması gerektiğini kavradılar.

* * *

PAUL Wolfowitz ve Marc Grossman, Irak'ta savaş öncesi ve sonrasında Türk-Amerikan ilişkilerinde -olumlu diyemem- ama çok etkili oldular.

Her ikisi de Türkiye'yi ve Türkleri yakından tanıyorlardı ve Türkiye'nin Irak savaşına hazırlanmasında Yönetim'in en fazla ihtiyaç duyduğu kişiler olarak sivrildiler.

Ama onların, Bush Yönetimi nezdinde yarattıkları beklentiler gerçekleşmedi. Hayal kırıklığına uğradılar.

Öyle beklentiler yaratıldı ki, evdeki hesaplar çarşıya uymayınca hayal kırıklığı ilişkileri zedeleyici bir boyuta ulaştı.

Wolfowitz, CNN Türk ile yaptığı röportajda Türk Silahlı Kuvvetleri'nin liderlik rolü oynamamış olmasının hayal kırıklığı yarattığını söylüyor ama ondan da fazla Türk halkının anlayışızlığından şikayet ediyor. ‘‘Ama en büyük hayalkırıklığı, Türk kamuoyunun Irak'taki tehlikeleri anlamaktaki başarısızlığıydı ki bu hükümete de yansıdı’’ diyor Wolfowitz,‘‘Müslüman dayanışması gereği kamuoyu, bu halkı kurtarması için Amerikalılara yardım edelim demeliydi. Ama öyle olmadı.’’

Türk ordusu ve halkı Washington'un beklentilerini boşa çıkardı. Esas sorumluluk kimde acaba?

Her iki tarafta da, yani Türkiye ve ABD'de bu beklenti birlikte yaratılmadı mı?

Ama artık bunları geride bırakmalıyız. Bu tip açıklamalar Türk-Amerikan ilişkileri açısından yapıcı değil. ‘‘Amerika bizi cezalandıracak, bize çok kızgın’’ yaklaşımları gibi.

Bunlar Amerikan karşıtlığını, haklı nedenlerle, güçlendirir. Çünkü hiçbir halk böyle bir ‘‘kulak çekmeye’’ razı gelemez. Kurtarılanlar bile.

* * *

WOLFOWİTZ'in açıklamalarını dikkatle okudum. Sözlerini dikkatle seçiyor ve ilişkileri daha da gerecek sözcüklerden kaçınıyor. İkinci tezkere ile ilgili olarak, ‘‘Türk Parlamentosu ret etmesi sizin için sürpriz oldu mu?’’ sorusuna, ‘‘Ret değil, gerekli çoğunluk sağlanamadı’’ diyor.

‘‘Yakın bir gelecekte Türk askerinin kuzey Irak'ta gerekli olmayacağını mı söylediniz?’’ sorusuna, ‘‘Yakın gelecek demedim. Amaç Kuzey Irak'ta istikrarlı, Türkiye için sorun kaynağı olmayan bir duruma ulaşmak. O zaman gerek olmayacak dedim. Bu amaca ne kadar kısa zamanda ulaşacağımızı bilmiyorum’’ yanıtını veriyor.

‘‘Stratejik ortaklığımızın sonu mu?’’ sorusunu ‘‘Oh hayır, öyle bir şey demediğimi umuyorum’’ diye cevaplıyor.

Bu zor dönemde, hepimizin sözlerimize dikkat etmesi gerekiyor. İttifakları, ahbap çavuş ilişkileri ile karıştırmamak da bunun önemli bir koşulu.
Yazının Devamını Oku

Türk-ABD ilişkileri iki taraf için de önemli

5 Mayıs 2003
<B>‘TÜRK-Amerikan ilişkileri, yukarıdan aşağıya doğru toparlanmaya başladı.’<br><br></B> DEİK Türk Amerikan İş Konseyi Başkanı Vural Akışık ve yönetim kurulundan temsilciler, geçen hafta aralarında bulunduğum bir grup gazeteciye böyle diyorlardı.

Madem öyleydi, ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld'in, İncirlik'e kadar gelip, hiçbir Türk yetkilinin elini bile sıkmadan Londra'ya uçması ne anlama geliyordu?

Rumsfeld'in Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt, Irak, Afganistan ve İngiltere'yi kapsayan gezisi Amerikan basınında yer aldığı gibi bir ‘‘zafer turu’’ idi.

Rumsfeld dört saat kaldığı Afganistan'da savaşın sona erdiğini ilan etti, Irak'ta umut verdi, Amerikan askerlerini barındıran ve büyük olasılıkla bundan sonra da barındıracak olan Körfez ülkelerine teşekkür etti, bölgedeki Amerikan askeri varlığıyla ilgili bundan sonra yapılacakları konuştu.

Türkiye'nin böyle bir çerçevede yer almamış olması doğal değil mi?

Rumsfeld'in, iki ülke arasındaki işbirliğinin en somut örneği olan İncirlik hava üssünü ‘‘kullanırken’’ Türkiye'ye tavır koymaya yeltenmesi pek de başarılı bir jest sayılmaz.

* * *

IRAK savaşından sonra Bush Yönetimi'nde bazı çevreler, tek kutuplu bir dünya hedefinin gerçekleşmesi için ABD'ye destek vermeyen ülkelerin ‘‘cezalandırılması’’ gerektiğini savundular.

Bu tartışma hálá sürüyor. Ama Amerikan pragmatizminin duygusal tepkilere izin vereceğini hiç sanmıyorum.

Bush Yönetimi'nin, Ortadoğu'yu yeniden yapılandırma serüvenini ‘‘cezalandırma’’ politikalarıyla başarıya ulaştırabilmesi mümkün mü?

Önümüzde ABD'nin, hükümetler kadar, halkların da desteğine ihtiyaç duyacağı bir dönem başlıyor.

Terörizme karşı savaşı Ortadoğu'ya kaydıran ve bölgeyi yeniden yapılandırarak terörü kaynağında kurutma hedefini koyan Washington için kamuoyu desteği çok önem kazanıyor.

Bush Yönetimi bunun farkındadır herhalde.

Büyük Millet Meclisi'nin kuzeyden cephe açmama kararının, Washington tarafından, iki ülke arasında bir kan davası haline getirilmemesi bu açıdan da çok önemli.

Aynı tavır Türkiye için de geçerli. Fransa bile siyasetini değiştirdi ve‘‘savaş sonrası pragmatik politikalar’’ uygulanacağını açıkladı.

Olumsuzlukları aşmak için, aktif çaba gösterme zamanı.

* * *

BUGÜN Washington'da Irak'ın yeniden inşasıyla ilgili bir toplantı var. Buraya Türkiye'den de iş adamları katılıyor.

Türkiye, Irak'ın yeniden inşası sürecinde hem ekonomik potansiyeli, hem de siyasi deneyimi açısından göz ardı edilemeyecek bir ülkedir.

Bu açık bir gerçek ama, yeniden anımsatmakta yarar var yine de. Nasıl mı?

Arap, Kürt, Türkmen bütün Iraklıların yardımına sevecenlikle hazır olduğunu gösterecek adımlar atarak; güvensizlik mesajlarının yerine Irak'ın bir an önce istikrara kavuşması için yardım elini uzatarak Türkiye, Irak'ta geniş bir işbirliği ortamına önderlik edebilir.
Yazının Devamını Oku

Unutmak istedim olmadı

4 Mayıs 2003
<B>UNUTMAK</B> istiyorum. <B>‘‘Ne yapalım olan oldu. Hayat devam ediyor’’</B> demek. Sinirimi bozmadan yaşamak, stres yaratmadan, kaşlarımı çatıp yüzümdeki çizgileri derinleştirmeden, biraz keyfime bakmak istiyorum. Becerebilirsem belki ‘‘renkli’’ gazeteciliği de öğrenmeye başlarım. Size eğlenceli bir pazar yazısı yazarım.

*

BOZCAADA'dan dönerken, direksiyonu Şarköy'e kırıyoruz.

Bir ay önce Strasbourg'da bir tatil günü sabahtan akşama kadar ‘‘şarap yolu’’nu gezmiştim. Alsace'ın irili ufaklı kasabalarına gittim. Fransız şaraplarına ün, şarapçılarına para kazandıran bağlara, şarap satış dükkanlarına uğradım.

Alsace gazeteleri, nisandan itibaren şarap yolunda satışların ve festivallerin başlayacağını yazıyordu.

Şatolar, özel şaraplarını raflara dizmişler, küçük üreticiler dükkanlarında yeni tatları tanıtmaya başlamışlardı gelenlere.

Yüzlerce yıllık geçmişe sahip evlerin, şarap kilerlerinin arasında dolaşırken ‘‘devamlılığın’’ korunmasına ne kadar özen gösterildiğini fark etmemek mümkün değildi.

Yaşam kültürü denen, deneyim ile yenilikler arasındaki mükemmel uyumun bu sihirli ölçüsüydü her halde.

O küçük kasabalardan birinde Bozcaadalılar da yaşıyormuş. Ege'deki bağ ve şarap birikiminin, Alsace şaraplarında tada dönüşen yolculuğu.

*

BOZCAADA-Şarköy-Mürefte, bu da bizim şarap yolumuz. Üstelik geçmişi Alsace'ınkinden çok daha eskiye uzanıyor. Şarap tanrısı Dyonisos'un doğduğu topraklar buraları.

Malkara'yı geçip Şarköy'e saptıktan sonra karşıma çıkan manzara nefes kesici. Bahar geç geldiği için doğa da bir ay geç kalmış, uzmanları söylüyor. Toprak yeni uyanıyor. Yeşilin en canlı tonları tepeleri, dağları beziyor, arada bayır turplarından sapsarı yataklar alabildiğine uzanıyor. Dağlarda yoksul ama düzenli köyler, yamaçlarda bereketli memeleriyle Trakya'nın güçlü inekleri.

Yollar yeni yapılıyor, olsun, bu unutma yolculuğu ya, kafamı takmıyorum.

Şarköy'e doğru iniyoruz. Yeşil tepelerin arasından denizi görüyorum. Bir iki bağ bile vardı yol kenarında.

Aman Allahım o da ne? Bu kadar çirkin bir yapılaşma, o eski güzel balıkçı ve şarapçı köyden eser kalmamış. ‘‘Denize sıfır villa’’ furyası mahvetmiş. Deniz de sıfır, villa da.

İki Telli-Güneşli'nin, plansız programsız çirkin gecekondu mahallesi mi burası, Urfa'nın varoşları mı? Kuzey Irak'da da, henüz imar edilmeden önce aynı görüntülere rastlamıştım.

Eriklice, Mürefte. Çekirge sürüsü geçmiş gibi Marmara kıyılarının bu verimli kasabalarından.

Mürefte'de Türk şarapçılığının önemli örneklerini buluyoruz. Eski bir şarap mağazasının alnındaki beyaz mermerin üzerinde hilalli iki Osmanlı bayrağı görülüyor. Altında 1887 tarihi ve Rumca bir yazı. Rum bir aileye ait eski bir Osmanlı şaraphanesi. Ama geçmişini, öyküsü ile birlikte değerlendirilebilmiş başka bina yok gibi bu görmüş geçirmiş kasabada. Mürefteli şarapçı bir Türk ailenin çabasının sonucu o da.

Yerleşim değil barınmak amacıyla yapılaşma, latif olan her şeyi yok etmiş. Bağlar da nasibini almış, deniz kıyıları da.

Aynı hüzün kaplıyor içimi, Boğaz tepelerinin siteleştirildiği ilk yıllardaki hüzün. Hemen gidelim buralardan.

*

DÖNÜŞTE tuhaf bir sahne dikkatimi çekiyor. Bir işçi, yol kenarında yüksekçe bir tepeye ellerini dayamış, tepeyi tutuyor. Yanındaki, istinad duvarı örmeyi deniyor. Kaymakta olan toprakların üzerinde o, ‘‘toplu-topsuz’’ konut zengini üreten çirkin evlerden bir demet. İşçi çekiliverse evler denize yuvarlandı yuvarlanacak. Öyle bir görüntü. Kum tepelerin üstüne ev kondurmuşlar. Marmara fay hattı buralardan geçmiyor mu?

Kim imara açtı bu toprakları? Kim yaptı bu binaları? Kim oturma izni verdi? Kim kabul etti oturmayı? Kim ortalığı ayağa kaldırmadı?

Yeter. Hani unutacaktık? İyi de nasıl yapacağız? Dört yanımız talan kültürü, nasıl unutacağız?
Yazının Devamını Oku

Petrol ve MGK

2 Mayıs 2003
<b>MİLLİ</B> Güvenlik Kurulu toplantısında petrol boru hatları konusunun da ele alındığını öğrendik. MGK Genel Sekreterliği, bir süre önce konuyla ilgili bir rapor hazırlamış ve bu konuda Başbakanlığı bilgilendirmişti.

Raporda, Irak savaşından sonra bölgede enerji paylaşımında değişiklikler olabileceği, Bakü-Ceyhan petrol boru hattının geleceğinin tehlikeye girebileceği ileri sürülüyordu.

Irak savaşından sonra ABD'nin Ortadoğu'yu yeniden biçimlendirme hedefi çerçevesinde enerji kaynaklarının işletme ve dağıtımında yeni yapılandırmalara gideceği öngörülen MGK raporunda, Irak'ın batısından Akdeniz'e ulaşacak olan Trans-Arap petrol boru hattının hayata geçmesiyle Yumurtalık-Kerkük boru hattının öneminin de azalacağı ileri sürülüyordu.

MGK Genel Sekreterliği'nin önerisiyle gündeme alınan bu konunun ayrıntılarını, toplantıların gizliliği nedeniyle öğrenmek mümkün değil, ama her iki konuyla ilgili son duruma bir göz atıp, konuyu tazelemek istiyorum.

* * *

BAKÜ-Ceyhan boru hattının sahibi olan uluslararası konsorsiyum bir süre önce BOTAŞ'taki aksamalar nedeniyle inşaat takviminde gecikme olduğu gerekçesiyle Türkiye'nin dikkatini çekti.

BOTAŞ'ın kamulaştırma işlemini, bürokratik engeller nedeniyle geciktirdiği ileri sürülüyor, işlemlerin Azerbaycan Uluslararası Petrol Konsorsiyumu'nun boru hattı şirketine devri isteniyordu.

BOTAŞ bu iddiayı kabul etmedi. Bazı kaynaklar sıkıntının, Azerbaycan'daki üç petrol kuyusunu işleten konsorsiyumun boru hattı şirketinden ve bu şirkette en büyük payı bulunan BP'den kaynaklandığını ileri sürdüler.

İddiaya göre, BP birinci dilimde üzerine düşen payı, kredi bulmakta zorlandığı için gecikmişti.

Ancak bir süre önce ilginç bir gelişme oldu ve projenin başındaki BP'nin üst düzey yetkilisi Ankara'da Başbakan ile gerçekleştirdiği görüşmeden sonra gecikme olmadığı açıklamasını yaptı.

* * *

BAKÜ-Tiflis-Ceyhan, Kazakistan ve Azerbaycan petrolünün, Rusya dışında da piyasaya ulaşmasını sağlayarak enerji yollarını çeşitlendirecek olan çok önemli bir seçenek.

Bu projeyi sadece ekonomik bir proje oarak nitelememek gerekiyor. Gürcistan ve Azerbaycan'ın Türkiye üzerinden Batı ile ilişkilerini güçlendirmeyi amaçladığı için siyasi boyutu da önemli. Ve bu boyut, siyasi ilişkilerin yoğunluğuyla gelişip derinleşen bir boyut.

Belki projenin inşaatında gecikme yok ama Azerbaycan ve Gürcistan ile ilişkilere gereken önemin verilmediği de ortada.

Bakü-Tiflis-Ceyhan projesinin geleceğini, alternatif petrol güzergahları kadar bu ihmalin de belirleyeceği aşikar değil mi?

* * *

KERKÜK-Yumurtalık petrol boru hattında ise son durum oldukça kritik. Yetkililere göre, Yumurtalık'a gelen Irak petrolüne alıcı çıkmıyor. Alıcı olmayınca Türkiye geçiş ücreti de tahakkuk ettiremiyor tabii. Petrol geliyor ve Türkiye'nin depoları yetersiz kalıyor. Savaş nedeniyle bu durumu konuşacak muhatap da yok. Türkiye, Kerkük-Yumurtalık boru hattını kapatıyor. Bu sorunun aşılması, Irak'taki yeni otoriteye bağlı. Daha doğrusu ABD'ye.

Yumurtalık boru hattının geleceği Türkiye açısından çok önemli. Ama, ABD ile yapılan müzakerelerde, Kuzey Irak'ın geleceğini tartışmaktan sıra bir türlü bu konuya gelememişti.

Birinci Dünya savaşından beri petrol savaşının ortasında olup da hálá paylaşım politikalarında etkili olmayı öğrenememiş bir toplum olarak bu konuyu yeniden gündeme getirmenin gerçekten de tam zamanı.

Aynı şeyleri söylemenin yılgınlığı

BİNGÖL depreminin isyanıyla, yaşam boyu aynı şeyleri tekrarlamanın, yazıp çizmenin bir insanın başına gelebilecek en büyük lanet olduğunu haykırmak istiyorum.

Yeni bir şey söyleyemeyecek miyiz biz bu ülkede?

Bir baba diyor ki, ‘‘Benim yaptığım ahıra neden bir şey olmuyor da, devletin yaptığı pansiyon çöküyor?’’

Her depremden sonra aynı sorular, aynı yorumlar, aynı gerçekler. Bingöl depreminin öğrettiği sadece yeni acılar. Söylenecek ise yeni hiçbir şey yok.

Her şeyi biliyoruz artık. Bu ülkenin deprem kuşağı üzerinde olduğunu, riskli bölgeleri, her an deprem olabileceğini, alınması gereken ‘‘önlemleriyle’’ birlikte hepimiz biliyoruz.

Ama bir türlü önlem alamıyoruz, rüşvet ve yolsuzluk çarkını ortaya çıkartıp mahkum edemiyoruz, hazırladığımız planları bir türlü uygulayamadığımız gibi, en etkili önlem olarak ‘‘unutma’’yı seçiyoruz.

Yazının Devamını Oku

Avrupa, Türkiye için kararını veriyor

28 Nisan 2003
<B>IRAK </B>savaşı, Washington'un yeni strateji belgesinde ortaya attığı <B>‘‘Amerikan enternasyonalizmi’’ </B>hedefinde kararlı olduğunu ve bunu gerçekleştirebileceğini kanıtlaması Avrupa'yı, Türkiye konusunu gözden geçirmeye zorluyor. Avrupa'nın ABD karşısındaki gücü ve yeni denge hesaplarının yapıldığı bu günlerde Türkiye'nin üyeliği konusunda ilk kez ciddi bir tartışma başladığı gözleniyor Avrupa kulislerinde.

Avrupa Birliği'nin genişlemeden sorumlu komiseri Günter Verheugen'in, Türkiye AB Ortaklık Konseyi toplantısında tam üyelik tarihinden söz etmesi önemli bir işarettir.

Verheugen'in 14 Nisan toplantısında, 2004 yılı sonuna kadar Kopenhag kriterlerinin yerine getirilmesi ve Kıbrıs sorununda ilerleme kaydedilmesi halinde Türkiye ile 2005'in ikinci yarısında görüşmelere başlanacağını ve 2011-2012'de tam üyeliğin gerçekleşebileceğini söylemesi tesadüf değil.

Her şeyden önce, Verheugen'in açıklaması kişisel bir değerlendirme değil. Brüksel'in görüşünü yansıtıyor. Kopenhag Zirvesi'nde Türkiye'nin ısrarına rağmen tarih vermeyen Brüksel ilk kez, Türkiye'nin tam üyeliği konusunda bir tarih telaffuz ediyor.

Bu bir garanti değil tabii ama bir niyet beyanı.

Türkiye'li bir Avrupa konusunda ciddiyetle durulmaya başlandığını fark ettiriyor bu açıklama.

Bunu daha iyi anlayabilmek için AB Komisyonu Başkanı Romano Prodi'nin bir ay içindeki iki konuşmasını hatırlamakta yarar var.

* * *

PRODİ 18 Mart'ta, Avrupa Birliği'nin komşuları stratejisini tartışmaya açtı ve Avrupa'nın sonsuza kadar genişleyemeyeceğini, ‘‘komşular’’ projesini hayata geçirmesi gerektiğini söyledi.

Genişlemenin sınırlarını belirtirken Prodi, on yeni üyeyi izleyecek ülkeleri de sıraladı. ‘‘Ve bu sürece katılacak olan yeni ülkeler Batı Balkan ülkeleri olacak’’ dedi. Bu cümleyi izleyen sözler ise şunlardı:

‘‘Tabii ki bu süreç sonsuza kadar devam etmeyecek. Eğer Avrupa Birliği ortak demokratik ve ekonomik değerleri paylaşan tüm ülkelere kapısını açacak olursa Birliğin sınırları Yeni Zelanda'ya dayanır.’’

Prodi
'nin konuşmasında Avrupa'nın sınırı Batı Balkanlar'ın doğusunda sona eriyor ve Türkiye'nin adı geçmiyordu.

* * *

BU açıklamadan tam bir ay sonra, 19 Nisan'da, AB Komisyon Başkanı Romano Prodi, İtalyan La Repubblica Gazetesi ile yaptığı söyleşide, ‘‘Sadece büyük ve birleşmiş Avrupa, Amerika'nın gücü karşısında denge oluşturabilir’’ diyor ve Avrupa'nın gelecekteki üyelerini sıralarken bu kez Türkiye'yi de sayıyordu. ‘‘Şimdi Bulgaristan ve Romanya 2007'de tam üyelik randevusuna yetişmek için hızla ilerliyorlar. Birliğin kapıları Türkiye, eski Yugoslavya cumhuriyetleri ve Arnavutluk için de açılabilir. Ondan sonra, en azından görülebilir bir gelecek için, tamam.’’

* * *

AVRUPA, Irak savaşıyla birlikte Türkiye'nin tam üyeliğine daha ciddi yaklaşmaya başladı. Ama Türkiye kararlı adımlar atmadan bir sonuç almak mümkün değil, bu gerçeği de görmek gerekiyor. Verheugen'in sözünü ettiği gibi 2012'de tam üyeliğin gerçekleşmesi için en geç önümüzdeki yıl sonunda müzakere kararının verilmesi şart.

Ama işler pek bu yolda gitmiyor. Bir gün bile kaybetmeden düzenlemelerin yapılması, Türkiye'nin Kopenhag kriterlerini hayata geçirmesi gerekirken, Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki teknik ilişkileri sürdüren AB Genel Sekreterliği kaldırılmak isteniyor. Yine yetişmiş kadrolar heba ediliyor, birikim havaya savruluyor.
Yazının Devamını Oku

Uzlaşma noktası nerede?

25 Nisan 2003
<b>BU</B> hükümetin temsilcileri, seçimlerden önce verdikleri mesajlarda bir konunun altını özellikle çizmişlerdi. ‘‘Gerilim yaratmayacağız. Uzlaşmanın partisi olacağız.’’

Hatta Başbakan Tayyip Erdoğan, gerilim yaratmasın diye türbanlı eşlerin resm; törenlere katılmayacağını bile söylemişti.

Sorun ortada dururken, üstünü örterek ‘‘uzlaşma’’ mümkünmüş gibi.

Gerilim yaratmak istemediğin zaman, ‘‘kadınları eve tık.’’

Uzlaşmaktan vaz geçtiğinde ‘‘kadınları dışarıya çıkart.’’

Türban ve kadınlar, gündemi değiştirecek en etkili siyasi koz olmaya devam ettikçe, siyasetin sorunları çözebilecek olgunluğa kavuşması mümkün değil.

Dış politikada, ‘‘Bunu başardık’’ diyebilecek bir adım atılamamış; halkın ekonomik koşulları felaket, herkes burnundan soluyor.

Bu iki önemli alanda halka ve seçmenine hiçbir şey veremeyen AKP, bari kendi geleneksel kitlesini elinde tutmak ve parti içinde çatlak oluşmasını önlemek için İslamcı çizgiyi öne çıkartarak, başarısızlığını gizlemeye çalışıyor.

Buna ‘‘yönetim zaafı’’nı demek de mümkün.

Türban meselesinin gündemi kaplaması, kadrolaşma faaliyetleri, eğitim sistemini yeniden kurcalama girişimleri hep bu yüzden.

‘‘İktidar’’ olup da ‘‘muktedir’’ olamadıkça, AKP ne söz verdiği uzlaşma çizgisini sürdürebilir, ne de çok istediği ‘‘merkezde Müslüman demokrat parti’’ modelini yaratabilir.

* * *

MECLİS Bayramı'nı ilk kez böyle abuk subuk bir ortamda yaşadık.

Evet, AKP'nin türban ısrarını doğru bulmuyorum ama devleti temsil edenlerin de, halkın iradesini yansıtan Meclis bayramını boykot etmelerini kabul etmek mümkün değil.

Siyasi mücadele siyasete, siyasi partilere bırakılmadıkça, Türkiye'de ne Cumhuriyet ne de Cumhuriyet ilkeleri temelinde demokrasi, istenen olgunluğa ulaşabilir. 83 yıl sonra geldiğimiz nokta, bunun en anlamlı kanıtı.

* * *

AMERİKALILAR, Irak'ta Türkiye modelinden söz ediyorlar.

Onların kast ettikleri, bir İslam Cumhuriyeti'nde laikliğin ve demokrasinin kurulması. İslamiyet ile laikliğin uzlaşarak, bir arada kamusal alanda yaşamanın yollarını bulmasını öneriyor Amerikalılar. Türkiye, bu anlamda Irak'a örnek olamaz.

Türkiye'nin Cumhuriyet projesinin iddiası farklı. Türkiye, yüzünü Avrupa'ya dönmüş olan ve vatandaşlarının kendi özel alanlarında dinlerini özgürce yaşamalarına izin veren bir ülke.

Bu yüzden de devletin hertürlü dini simgeye eşit mesafede olması gerekiyor. Aksi, vatandaşlar arasında ayrımcılık ve bölücülüğü teşvik etmek oluyor.

Bizim uzlaşma noktamız bu. Türkiye'nin bir batı devleti olması noktasında önce uzlaşma gerekiyor.

Türkiye Müslümanların yaşadığı batılı bir ülkedir. Avrupa Birliği hedefi, bu kimliği daha berraklaştıracak bir hedeftir ama gel gör ki, laikliği sorgulayanlar ‘‘Avrupa Birliği'ni istiyoruz’’ diyorlar, laikliğin savunucuları olduklarını iddia edenler ise Avrupa Birliği'ne karşı çıkıyorlar.
Yazının Devamını Oku

Osmanlı parçalandı sorunları sürüyor

21 Nisan 2003
<B>IRAK</B>'ta dehşetle izlediğimiz yağmalara yabancı değildik aslında. Tarihten kurtulma dürtüsünü biz Balkanlar'da da gördük. Bosna'da, Mostar'da Kosova'da siyasi otoriteye başkaldırıyla birlikte ortaya çıkan ilk eylemler tarihi yapıtlara yönelmişlerdi. Çeşmeler, camiler tahrip edildi, köprüler hiçbir asker; gerekçe olmadan havaya uçuruldu.

90'ların başında Kosova'ya ilk gidişimde Osmanlı geçmişin izlerini taşıyan sokaklarda hissettiğim aidiyet duygusunu, on yıl sonra, son gidişimde bulamadım. Birleşmiş Milletler Barış Gücü askerlerinin denetiminde, işgal altında bir gecekondu mahallesi görünümündeydi Priştina, Prizren, o eşsiz güzellikteki Kosova.

Üsküp'te, Ohri'de, Tetovo (Kalkandelen) ve Makedonya'nın diğer şiirsel güzellikteki şehirleri de 90'dan 2003'e kadar geçen sürede aynı görünüme büründüler. Askeri kontrol noktaları ve yabancı askerlerin cirit attığı çatışma yorgunu harap kentler.

Yugoslavya'nın parçalanması aslında Osmanlı sonrası sorunların, Sovyet sonrası dönemde bile devam ediyor olmasından kaynaklandı.

Yirminci yüzyılın başında Osmanlı parçalanmış ama ‘‘paylaşım’’ sorunları 21'inci yüzyıla sarkmıştı.

* * *

YUGOSLAVYA savaşıyla Balkanlarda, Osmanlı'nın son izleri, sadece taştan topraktan değil, ortak bilinçten de silindi.

Bu geçiş döneminde Türkiye, bölgede etkili güç olma iddiasını sürdüremedi. Balkan ülkeleri yüzlerini Avrupa'ya döndüler ve geleceklerini Avrupa Birliği'ne endekslediler.

Avrupa kıtasının, Brüksel merkezli yeniden organizasyonunda ‘‘Balkanlar’’ tanımının yerini ‘‘Güneydoğu Avrupa’’ aldı, bunun doğal sonucu olarak da Ankara geride kalırken, Atina bölgede Avrupa Birliği üyesi olarak öne çıktı.

* * *

IRAK'taki yağmalama Osmanlı arşivlerinin çok değerli bir bölümünü ortadan kaldırmakla kalmıyor, Irak'ta geçmişinden kopuk bir gelecek bilincinin hazırlıklarını yapıyor.

Müzelerin, kitaplıkların, tapuların yok edilmesi o kadar çarpıcı ki, Amerikalı askerlerin yolları boyuca kazdıkları siperlerde bu medeniyetler beşiği topraklardaki hangi tarihi mirasların yok olduğunu henüz bilmiyoruz.

Sovyetler Birliği'nin dağılması sadece Balkanlarda değil Ortadoğu'da da Osmanlı'dan kalma hesapları gündeme getirdi.

Petrolün yeniden paylaşımının yanı sıra İsrail'in güvenliği işte bu geçmişin mirasından kaynaklanan sorunlar olarak değerlendiriliyor. Kürt meselesinin çözümü ve Müslümanlık'ta reform gibi.

New York Times Gazetesi, dün ABD'nin Irak'ta dört üs istediğini yazdı. Biri Bağdat Havaalanı yakınlarında, diğeri Ürdün'e giden boru hattı boyunca ilerleyen bir bölgede, üçüncüsü güneyde Nasıriye yakınlarında ve Irak'ın Kürdistan bölgesinde.

Irak artık ABD için Ortadoğu'da önemli bir üs. Suriye ve İran başta olmak üzere bölge ülkeleri üzerinde etkin bir ağırlığa kavuşacak ABD.

Ancak, kabul edilebilecek mi? Önemli olan bu soru. İşte bu noktada, Türkiye'nin yeni dönemdeki rolü devreye giriyor.

Çünkü ABD'nin, bölgede işgalci bir güç durumuna düşmemek için Türkiye ile eşit ve iyi ilişkiler içinde olması gerekiyor. Bölgede birkaç Arap yönetimi ile ittifak ve sadece İsrail'e dayanmak yeterli olamaz. Bölgenin yeniden yapılanmasında Avrupa hedefinde ilerleyen, Osmanlı sonrası sorunlarını aşmış kendine güvenli bir Türkiye çok önemli rol oynayacak.

Bay Simitis'e bir soru


Kıbrıs Rum kesiminde yayınlanan Mahi Gazetesi'ne göre, Yunan Başbakanı Simitis, Kıbrıs'a gittiğinde ‘‘İşte Enosisi başardık’’ demiş. Kıbrıs'ın Yunanlılaştırılması anlamına gelen ‘‘Enosis’’, Büyük Yunanistan ideali - megali idea - temelinde geliştirilen bir politika. Büyük Yunanistan ideali ise Osmanlı İmparatorluğu'nda ortaya çıkmış, Yunan bağımsızlık ruhunu ateşlemek için. Megali İdea, içinde İstanbul'un Türklerden alınması saçmalığına kadar uzanan hem gerçek dışı, hem çağdışı bir kavram.

Enosisten söz ederek Kıbrısı nasıl çözeriz? Megali idea saplantılarıyla Ege'yi nasıl bir Türk-Yunan cennetine çevirebiliriz? Eğer, gazetenin haberi doğruysa Bay Simitis'ten bu soruların yanıtlarını, eğer doğru değilse bu haberi yalanlamasını bekliyorum.
Yazının Devamını Oku