Ferai Tınç

Nereye kadar?

26 Mayıs 2003
<b> PRAG<br><br>NEREYE </B>kadar? Bir grup Kıbrıslı Türk ve Rum gazeteciden Kıbrıs'taki son gelişmelerle ilgili izlenimlerini dinleyince, nereye kadar? sorusuna yanıt aradıkları anlaşılıyor. Prag'da bir toplantıda Türkiye ve Yunanistan'dan gazetecilerin katıldığı bu toplantıda sınırlar açıldıktan sonra yaşananları, karışık duyguları, vuslat, hayal kırıklığı, yeni dostlukları dinledik.

Bazı Rum gazetecilere göre, Kıbrıslı Rumların, hükümetin telkinlerini kulak ardı ederek yığınlar halinde kuzeye geçişi, Kıbrıslı Türklerin çözüm talebiyle yaptıkları gösterilere bir yanıt, dayanışma mesajı.

İlk günlerin duygusallığı geçiyor. Ada'nın iki sahibinin mülkiyet hakkı iddiaları duyguların önüne geçmeye başlayacak.

Dinlediğim hikayelerde, birbirlerine ikinci anahtarını verenleri, ‘‘Bu ev senin, gel kal’’ yaklaşımlarını sıklıkla duydum ama Türkler ve Rumlar kendilerine ait gördükleri yerlerde ‘‘misafir’’ olmayı ne zamana kadar kabul edecekler.

Yasal sistemin koruması olmadan ‘‘Herkes kendi sorununu çözsün’’ demekle ‘‘Orman Kanunları’’ düzenine, yani karmaşaya davetiye çıkartmış olmaz mısınız?

* * *

İKİ tarafın, bu geçişler sırasında birbirleri ile işbirliği yapmadıkları bunun da güvenlik, düzen açısından sakıncalar doğurduğu anlatılıyor.

Geçiş noktalarının iki ucunda otomobillere aynı anda geçiş izni verilmesi gibi.

Tanımadığın devlete pasaport göstererek sınır geçmek ya da seni tanımayan devletin pasaportunu almak için kuyruklarda beklemek (Kıbrıs pasaportu için başvuran Türklerin sayısı hakkında 20 binlere kadar çıkıyor iddiaları var) bir yere kadar.

Bunun Kıbrıs Türk mahkemelerinde davalar açmaya varmasını, bu yolla Kıbrıs Türk devletinin dolaylı yollardan tanınmasını beklemek aşırı iyimserlik.

Aynı şey karşı taraf için de geçerli. Avrupa Birliği vatandaşlığı karşılığında Kıbrıslı Türklerin ‘‘azınlık’’ haklarına razı geleceklerini hiç sanmıyorum ben.

Eninde sonunda herkes kendi istediği çözümü dayatacak. Bu da sanıldığından daha da zorlaştıracak durumu.

O noktada güç oyunları girecek devreye ve belirsizliklerle ilerleyen bir süreci güçlü olan istediği gibi yönlendirecek.

Bugüne kadar çözüm istemiş olan Türk gazeteciler bu endişeyi paylaşıyorlar.

Türkler ve Rumlar, ‘‘Şimdi balayı yaşıyoruz. Ama balayından önce resmi bir kayıt yapılır adettendir. Biz onu yapmadık’’ diyorlar.

* * *

IRAK savaşından sonra Türkiye net bir görüntü vermiyor. Nereye yöneliyor? Karar oluşma sürecinde tıkanıklık mı yaşanıyor? Çok başlılık neden aşılamıyor? sorularıyla sık karşılaşmaya başladım.

Parlamentoda bu kadar güçlü bir hükümetle belirsizliğin bu denli ağır basması tuhaf bir durum.

Hükümet kararlarını hayata geçiremediği için palyatif çözümlerde uzlaşıyor.

Kıbrıs'ta çözümsüzlük perdesinde delikler açarak bir yere varılır mı? Varılır belki ama o yerin neresi olacağını bilmek mümkün değil.
Yazının Devamını Oku

Nereye kadar?

26 Mayıs 2003
PRAGNEREYE kadar? Bir grup Kıbrıslı Türk ve Rum gazeteciden Kıbrıs'taki son gelişmelerle ilgili izlenimlerini dinleyince, nereye kadar? sorusuna yanıt aradıkları anlaşılıyor.Prag'da bir toplantıda Türkiye ve Yunanistan'dan gazetecilerin katıldığı bu toplantıda sınırlar açıldıktan sonra yaşananları, karışık duyguları, vuslat, hayal kırıklığı, yeni dostlukları dinledik.Bazı Rum gazetecilere göre, Kıbrıslı Rumların, hükümetin telkinlerini kulak ardı ederek yığınlar halinde kuzeye geçişi, Kıbrıslı Türklerin çözüm talebiyle yaptıkları gösterilere bir yanıt, dayanışma mesajı.İlk günlerin duygusallığı geçiyor. Ada'nın iki sahibinin mülkiyet hakkı iddiaları duyguların önüne geçmeye başlayacak. Dinlediğim hikayelerde, birbirlerine ikinci anahtarını verenleri, ‘‘Bu ev senin, gel kal’’ yaklaşımlarını sıklıkla duydum ama Türkler ve Rumlar kendilerine ait gördükleri yerlerde ‘‘misafir’’ olmayı ne zamana kadar kabul edecekler.Yasal sistemin koruması olmadan ‘‘Herkes kendi sorununu çözsün’’ demekle ‘‘Orman Kanunları’’ düzenine, yani karmaşaya davetiye çıkartmış olmaz mısınız? * * *İKİ tarafın, bu geçişler sırasında birbirleri ile işbirliği yapmadıkları bunun da güvenlik, düzen açısından sakıncalar doğurduğu anlatılıyor.Geçiş noktalarının iki ucunda otomobillere aynı anda geçiş izni verilmesi gibi.Tanımadığın devlete pasaport göstererek sınır geçmek ya da seni tanımayan devletin pasaportunu almak için kuyruklarda beklemek (Kıbrıs pasaportu için başvuran Türklerin sayısı hakkında 20 binlere kadar çıkıyor iddiaları var) bir yere kadar.Bunun Kıbrıs Türk mahkemelerinde davalar açmaya varmasını, bu yolla Kıbrıs Türk devletinin dolaylı yollardan tanınmasını beklemek aşırı iyimserlik. Aynı şey karşı taraf için de geçerli. Avrupa Birliği vatandaşlığı karşılığında Kıbrıslı Türklerin ‘‘azınlık’’ haklarına razı geleceklerini hiç sanmıyorum ben. Eninde sonunda herkes kendi istediği çözümü dayatacak. Bu da sanıldığından daha da zorlaştıracak durumu. O noktada güç oyunları girecek devreye ve belirsizliklerle ilerleyen bir süreci güçlü olan istediği gibi yönlendirecek.Bugüne kadar çözüm istemiş olan Türk gazeteciler bu endişeyi paylaşıyorlar. Türkler ve Rumlar, ‘‘Şimdi balayı yaşıyoruz. Ama balayından önce resmi bir kayıt yapılır adettendir. Biz onu yapmadık’’ diyorlar.* * *IRAK savaşından sonra Türkiye net bir görüntü vermiyor. Nereye yöneliyor? Karar oluşma sürecinde tıkanıklık mı yaşanıyor? Çok başlılık neden aşılamıyor? sorularıyla sık karşılaşmaya başladım.Parlamentoda bu kadar güçlü bir hükümetle belirsizliğin bu denli ağır basması tuhaf bir durum. Hükümet kararlarını hayata geçiremediği için palyatif çözümlerde uzlaşıyor.Kıbrıs'ta çözümsüzlük perdesinde delikler açarak bir yere varılır mı? Varılır belki ama o yerin neresi olacağını bilmek mümkün değil.
Yazının Devamını Oku

Komünizm Müzesi'nde

25 Mayıs 2003
<I> PRAG</I><br><br>DÜNYANIN önde gelen giyim ve hazır yemek markalarının arasında kaldığı için kolay fark edilmeyen kapıdan girince iki tarafa açılan merdivenin tepesindeki tabelada iki ok dikkat çekiyordu. Sağdaki kumarhaneyi gösteriyordu, soldaki de Komünizm Müzesi'ni.

Avrupa kültürünün henüz bozulmamış iklimini yozlaşmaya karşı en fazla korumuş olan Prag'da ilk gezilecek yer Komünizm Müzesi değilse de, değişim sürecini en hızlı kavrama yoluydu emin olun.

Üç perdelik bir trajedi. Rüya, gerçek ve kabus. Üzerinde Stalin'in resmi bulunan biletlerde serginin konsepti böyle tarif ediliyordu.

Lenin ve Stalin heykelerinin, Komünizm propaganda afişleri gibi tipik nesnelerinin ustaca kullanıldığı müze, kubbelerinde Dvorjak, Smetana gibi ustaların eserlerinin yankılandığı görkemli kilise ve sarayların zenginliğine Rilke, Kafka, Kundera'nın derinliğini taşıyan Prag'a o kadar ters ki.

Müzeden çıkarken en son gözüme çarpan bir duvar yazısıydı: ‘‘Let me live my life!’’ Bırak hayatımı yaşayayım. Neden İngilizce?

Hayatımın en anlamlı başkaldırı simgelerinden biri olan Prag Baharı'nda, Rus tanklarına direnen Prag halkı İngilizce haykırmıyordu üzerine yürüyen Varşova Paktı askerlerine.

Komünist yönetimin sonunu getiren 10 günlük gösterilerde Amerikanvari yaşam tarzı özlemi belirgin olsa da bu kadar değildi. Tam o sırada müzeyi Amerikalı genç bir işadamının kurduğunu öğrendim.

28 bin dolara malolan Komünizm Müzesi'nde pek kimse yoktu. Benim gibi geçmişle hesaplaşma meraklısı birkaç yabancı dışında.

* * *

YENİ bir geleceğin sarhoşluğu içinde, geçen yıl, 18 milyon turisti ağırlamış olan bir buçuk milyonluk Prag'ın ne geçmişi düşünecek hali ne de isteği vardı.

Eski yönetimin sorumluları hakkında açılmaş davaların bitmek bilmediğini, devlet bürokrasisinde komünistlerin hala etkili olmalarını kimse sorgulamıyordu zaten.

Suskun suç ortaklıklarının kenti Prag'da Yahudi mezarlığının yanından geçerken, geçmişin gettosundan gelen sesler, Avrupa'nın artık kendisini sorgulamadığını fısıldıyordu.

* * *

ZAMAN, insanın çözemediği büyük soru. Vlatava ya da bizim tabirimizle Moldava ırmağının ikiye böldüğü kentin batısında, 1400 ve 1600 yılları arasındaki Katolik-Proteston iktidar mücadelelerine ve idamlara sahne olan eski kentteki astrolojik saat 600 yıldır hayatın geçiciliğini anlatıyor insanlara.

Zamana göre yer değiştiren güneş ve yıldızlar sonsuzluktaki mekanı, saat başı elindeki çanla kendisini hatırlatan minik iskelet ise ölümle iç içeliği çarpıyor insanın yüzüne.

İskeletin yanında bir de sarıklı Türk figürü var. O da saat başı hareket ediyor ve zamana, ölüme ‘‘hayır’’ anlamında başını sallıyor. ‘‘Türk tehdidi’’ 600 yıldır Avrupa'da zamana direniyor.
Yazının Devamını Oku

Uyum paketi bizim için

23 Mayıs 2003
<b>BUGÜN </B>gözlerimiz Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde olacak. Genel oturumda vekillerimiz altıncı uyum paketini tartışacaklar. Bu tartışmaları birlikte televizyonlarımızdan izleyeceğiz. Altıncı uyum paketi önümüzdeki hafta da Bakanlar Kurulu'ndan geçtikten sonra oylanacak.

Avrupa Birliği, köklü bir değişim döneminden geçiyor. Önümüzdeki yıl yeni bir anayasa ile yoluna devam edecek, ancak nasıl bir birlik olacağı henüz kesin değil. Irak savaşı ile birlikte ortak dış ve güvenlik politikasını oluşturamayan bir birliğin kalıcılığı sorgulanmaya başlansa, yeni yönelimler ortaya çıksa da yanı başımızda güçlü bir ittifak alanı kök salmaya devam edecek. Avrupa ile ortak değerleri paylaşma hedefi bizim için yeni bir şey olmadığına göre, bu alanın dışında kalamayız. Üstelik bu değerleri çağdaşlık kriterleri olarak zaten benimsemiyor muyuz?

Ama bu paketi her şeyden önce kendimiz için kabul etmeliyiz.

‘‘Avrupa bizi zaten almayacak’’ gerekçesinin arkasına sığınıp değişime direnmek kabul edilemez. Avrupa Birliği üyeliği gerçekleşmese, yaşam kalitemizi geliştirmeyecek miyiz? Nerede kaldı ‘‘muassır medeniyet’’ hedefimiz?

AMA KAFALAR DA DEĞİŞMELİ

GÜÇLÜ siyasi liderlik olmadan köklü değişimleri gerçekleştirmek mümkün değil. Ama siyasi liderliğin gücünü arkasındaki halk desteğinden aldığı da unutulmamalı.

Ama hükümet Avrupa yolundaki en önemli desteği, kadınların desteğini, ciddiye almıyor anlaşılan.

Unutmayın, Avrupa Birliği'ne giden yol kadınların ayaklarının altından geçer. Kadına bakış açısı, kadının durumu bir toplumun ulaştığı insanlık seviyesinin kriteridir.

Avrupa, ‘‘töre cinayetleri devam ettikçe sizin ile birlikte yaşayamayız’’ diyor.

Türk Ceza Kanunu tasarısı kadın erkek eşitliği ilkesini çiğniyor. Örneğin tecavüzü, şikayet durumunda suç sayan, çocuklara yönelik tecavüzde ‘‘rıza’’ koşulu arayan ve bunu hafifletici sebep kabul eden bir ceza kanunu ile Avrupa yolunun olmazsa olmazı, zihniyet değişimi mümkün değil. Uyum paketi bu konuda da düzenleme getiriyor ama Ceza Kanunu tasarısı başka telden çalıyor.

Bağımsız Adalet Bakanı Aysel Çelikel döneminde kadın örgütlerinin görüşleri alınarak tasarıya eklenen düzenlemeleri AKP rafa kaldırmış. Adalet Bakanı Cemil Çiçek, bu değişikliği hangi gerekçeyle savunuyor biliyor musunuz? ‘‘Herkesi memnun edemeyiz’’ diyor. ‘‘Herkes’’ kim acaba? Kadınlar olmasın? Bu bakış açısıyla binlerce uyum paketi hayata geçirilse bile uyumsuzluk sonsuza kadar devam eder.

KADINLAR İTİRAZ EDİYOR

Bugün bir başka önemli toplantı var. Bir basın toplantısı. Dokuz sivil toplum örgütünün oluşturduğu ‘‘Türk Ceza Kanunu Kadın Çalışma Grubu’’ AB müktesebatına uyum çerçevesinde ceza kanununda yapılacak değişikliklere itirazlarını açıklıyor.

Grubun üyeleri Türkiye'nin önde gelen sivil toplum kuruluşları.

Cumhuriyet Kadınları Derneği, Diyarbakır Barosu Kadın Komisyonu, İstanbul Barosu Kadın Hakları Uygulama Merkezi, İstanbul Valiliği İnsan Hakları Masası, İstanbul Valiliği Kadın Statüsü Birimi, İzmir Barosu Kadın Hakları Uygulama Merkezi, İzmir Barosu Kadın Komisyonu, Kadının İnsan Hakları-Yeni Çözümler Vakfı, Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı.

TCK tasarısını kadın bakış açısından değerlendiriyorlar. Önerilerini açıklıyor ve ‘‘Avrupa Birliği üyelerinin hepsinin yasalarında kadın-erkek eşitliği esastır. Türk Ceza Kanunu kadın erkek ayrımcılığı taşıyan bakış açısından tamamen arındırılmalıdır’’ diyorlar.
Yazının Devamını Oku

Dünyayı avuçlarının içinde hissetmek

19 Mayıs 2003
<B>‘BİZ dünyayı avuçlarımızın içinde hissetmiştik.’ </B>Yüzüme öyle bir baktı ki, siyaset yapmak için yıllar önce ayrıldığım üniversiteye dönüşümün altıncı ayını doldurmuş olmasam, <B>Arzu</B> ile arkadaşlığımız gerçek bir sınıf arkadaşlığı temeline oturmuş olmasa o şaşkın, beni anlamayan bakışlarını aramızdaki nesil farkına verecektim. Ben kırk yaşındaydım ve şimdiki gibi erguvanların tepeleri donattığı bir bahar günü Boğaziçi kampüsünde sınavdan sınava koşarken, genç sınıf arkadaşımla yirmi yıl önceki duygularımı paylaşmak istemiştim.

Ne dediğimi anlamıştı. ‘‘Dünyayı değiştireceğinize inanıyordunuz siz demek.’’

Onlar inanmıyordu. ‘‘Bizim aklımıza hiç böyle bir şey gelmedi’’ dedi Arzu.

Şimdikiler de inanmıyorlar.

* *

NEDENLERİNE dalmak istemiyorum ama çocuklarımdan arkadaşlarına, öğrencilerimden genç meslektaşlarıma kadar çeşitli milletlerden gençlerle birlikte olduğumda sezdiğim ilk duygu ne biliyor musunuz? Kaygı.

Bu gençler ‘‘kaygı’’lı.

Diplomaları anlamsızlaştıran ekonomik krizler, sonsuz ve sonuçsuz rekabet ortamı, orta yaş işsizleri, güç oyunlarının ağır baskısı altında sanal ortamlara kaçışlar, yolsuzluklar ve kayırmaların altüst ettiği değer hiyerarşileri yüzünden hayatta ustalık mertebesinin gittikçe uzaklaşması sonucu öğrencilikte ustalaşma dürtüsü.

İş yerlerinin, yük kaldıran sigortasız alt kademe ebedi gönüllüleri olmanın hayal kırıklığı ile akademik kariyer ve devlet memurluklarına artan talep.

Bunlara bir de gençlerin her türlü düşünce ve isteğini sorgulayıp cezalandırmaya hazır sistemi ekleyin, kaygıdan başka ne kalıyor onlara?

Ya aşk? Aşk hikayeleri anlatırdık biz birbirimize, onlardan ‘‘aşık olamama’’ hikayeleri dinliyorum.

* *

TÜRKİYE gençlerini hiç düşünmüyor. Hayatın, adaletin, barış ve demokrasinin değerlerini önemseyen bir bilinç ortamını kökleştirmeden, kendilerini ifade edebilecekleri ve ayrıcalıklı hissedebilecekleri kültürel gelişim olanakları sağlamadan bu mümkün mü?

Hem Avrupa'nın en genç nüfusuna sahip bir ülke, hem de gençlerini düşünmeyen bir ülke.

Bu dinamizmi, hayata nasıl geçireceğimizin planlarını yapmaya başlamazsak büyük bir hediyeyi heba etmiş olacağız.

Ben bugün, öncelikle cezaevlerindeki gençleri ve Türkiye'ye dönemeyenleri düşünüyorum. Onların en kısa zamanda bıraktıkları yerden hayata başlamalarını, katılımlarını istiyorum. Pişmanlık yasasının, ismini beğenmiyorum ama, en geniş kitleyi kapsayıcı biçimde çıkması gerektiğine inanıyorum.

Gençler, dünyayı avuçlarının içinde hissetmeli. Onlara bu ilhamı vermedikçe, 19 Mayıs'ın anlamını gençlere aktarmak mümkün mü?
Yazının Devamını Oku

İlk işareti bir hafta önce verdi

18 Mayıs 2003
<B>BAŞBAKAN</B> <B>Tayyip Erdoğan </B>bir hafta önce Çırağan Otel'de <B>Berlusconi</B>'yi ağırlarken ilginç bir konuşma yaptı. Herkes o konuşmanın <B>‘‘Aria’’</B> meselesiyle ilgili bölümüne odaklandı. Oysa, AKP'nin yeni yoluyla ilgili ilk ipuçlarını veriyordu Erdoğan konuşmasında.

O gece, bu nokta üzerinde daha ayrıntılı durabilseydik bugün Ali Babacan'ın Bilderberg toplantısına katılıyor olmasını daha olağan karşılayabilirdik.

Konuşmayı not ederken, bu sözlerin yanına üç ünlem işareti eklemişim. Kendime, ‘‘gözden kaçırma’’ uyarısı ama yine de gözümden kaçmış.

Başbakan'ın Antalya'daki konuşmasını izlerken anımsadım ve not defterime geri döndüm.

Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliğini, hükümetin öncelikli hedefi olarak takdim eden Başbakan, Türkiye'nin Avrupa için önemini ifade ederken şöyle diyordu o gece:

‘‘Türkiye, Mustafa Kemal Atatürk'ün vizyonu doğrultusunda demokratik, laik ve serbest piyasa ekonomisini yıllardan beri uygulayan, Avrupa değerlerini paylaşan bir ülkedir. Ve bu niteliklere sahip tek bölge ülkesidir.’’

* * *

TÜRKİYE'nin bu niteliklerini öne çıkartarak sahip çıkmak, AKP'nin kendi kimliğini gözden geçirdiğinin ilk işaretiydi.

AKP yöneticileri, daha Refah Partisi sıralarından beri kendilerini ‘‘Müslüman muhafazakar’’ olarak tanımlıyor ve Avrupa'daki Hıristiyan Demokrat Partilerin Türkiye versiyonu olduklarını iddia ediyorlardı.

Ama bu tanım gerçeklere uymuyor, dolayısıyla havada kalıyordu. İslami kuralların, çok eşlilik, bir erkeğe karşı mahkemelerde iki kadın tanığın dinlenmesi gibi hayatın bazı alanlarında geçerli olduğu Suriye benzeri Arap ülkelerinde demokrasi mücadelesi veren bir parti değildi ki AKP, Müslümanlıkla demokrasiyi uzlaştırma misyonu olsun.

Tayyip Erdoğan, Cuma günü Antalya'da Partisi'nin kimliğini ‘‘Biz Milli Görüşçü değiliz’’ sözleriyle netleştirdi. Parti'nin kırmızı çizgileri de çerçeveyi belirledi.

Kapılarını din istismarına, ırkçılığa ve bölücülüğe kapatmaya karar veren AKP, ‘‘Müslüman demokrat’’lıktan ‘‘muhafazakar demokrat merkez partisi’’ çizgisine yelken açtı.

Önümüzdeki dönemde çok köklü reformlar ve adımlar atılması gerektiğini düşündükçe bu yolculuğun ‘‘muhafazakar’’lık sıfatını da geride bırakarak ‘‘merkez sağ’’ noktasına kadar devam edeceğini sanıyorum.

* * *

AVRUPA
hedefini önemseyen bu hükümetin değişimi gerçekleştirmek için yola çıkarken işe kendisinden başlaması yerinde bir karar.

Liderlik böyle olur. Sonuna kadar, sapmadan yürünebilirse tabii.

AKP tabularından kurtuluyor. Sıra CHP'de. Kemal Derviş'in başlattığı özeleştiri hareketinin Deniz Baykal tarafından da destek bulması şimdilik bir umut.

Yeniden biçimlenen Avrupa ve Ortadoğu'dan gelen rüzgárların karşısında sadece sağlam durabilmek değil, değişimi etkilemek için de Türkiye'nin öncelikli ihtiyacı bu. Geniş kitleleri seferber etme gücüne sahip, tabularından arınmış siyasi hareketler.

Çok partili demokrasi geleneği ve serbest piyasa deneyimleri ile Ortadoğu'ya, Müslüman bir ülke ile bütünleşme kapasitesini gösterme fırsatı vererek Avrupa'ya gerekli bir Türkiye için başka seçenek yok.
Yazının Devamını Oku

Avrupa adımlarında tek engel asker mi?

16 Mayıs 2003
<b>AVRUPA </B>hedefini öncelikli gündem maddesi haline getiren bu hükümetin karşısındaki en önemli engel herkesin zannettiği gibi sadece Türk Silahlı Kuvvetleri değil. AKP kendi içindeki ‘‘muhafazakar’’ zihniyetin de baskısı altında.

Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin gündemindeki yeni ceza kanunu tasarısında özellikle kadınları ilgilendiren düzenlemeleri inceledikçe bu zihniyet engeli net biçimde görülüyor.

Tecavüzü hafifletici birçok çareye başvurulmuş yeni tasarıda.

Oysa ‘‘tecavüz’’ özünde bir terör eylemidir. Bana göre, toprak bütünlüğüne, ülke güvenliğine ve toplumun istikrarına yönelik şiddetten hiçbir farkı yoktur. Bir insanın psikolojik bütünlüğüne, kişisel güvenliğine ve iç barışına yönelik terör eylemidir tecavüz.

Bu eylem esas olarak da kadın ve çocukları hedef aldığı için, bu konuda kadınların sesi dinlenmeli, taleplerine öncelik verilmeliydi.

Ama tasarıyı inceleyince, erkeklerin hakimiyetindeki siyaset platformundaki ‘‘muhafazakár’’ bakış açısının yorumlara hakim olduğu anlaşılıyor.

Aile içi ilişkileri tecavüz kapsamı dışında tutmak sadece kadınlar değil, çocuklar ve insan haklarına önem vermeyen zihniyetin müsamaha sınırına giriyor.

Evlenme ile cezanın ortadan kalkması anlayışı da aynı şey değil mi?

Tecavüzün tek eksiği ‘‘meşruiyet’’miş gibi?

Terörün ‘‘meşruiyeti’’ olabilir mi?

Hele, ergin kişilerin ırzına geçilmesinin şikayete bağlanması? Aile içinde korku ile susturulup intiharı seçen genç kızların tabularını kırmanın ne kadar zor olacağını gösteriyor bu tasarı.

* * *

‘‘CEZA yasası ile Avrupa Birliği arasında ne ilişki var?’’ demeyin. Avrupa hedefi, köklü bir değişim projesini hayata geçirme kararlılığı ise eğer, değişimin káğıt üzerinde kalmaması gerekmez mi?

Avrupa hedefi bir zihniyet değişimi demektir.

Zihniyet değişimini gerçekleştirmek durumunda olan bir toplumda kadına ve çocuğa bakış insan hakları bilincinin, azınlıklara karşı duyarlığın ilk adımı, zihniyet değişimini ateşleyecek ilk kıvılcımdır.

* * *

İTALYAN Başbakanı Berlusconi, Türkiye'nin 2007'de Avrupa Birliği'ne üye olabileceğini söyleyince, Avrupa Komisyonu Genişlemeden sorumlu komiseriVerheugen bu tarihi ‘‘idealist’’ buldu. O, 2011-12 tarihini öngörmüştü.

Berlusconi'nin verdiği tarihin, üye ülkelerden birinin başkanı olarak fazla bir önemi olmasa da değerli bir destek. Ama Berlusconi Türkiye ziyareti sırasında çok daha değerli bir söz verdi.

Kopenhag Zirvesi'nde Türkiye'ye bir türlü tanınmayan bir statünün kendi başkanlıkları sırasında verileceğini vaat etti.

Türkiye, Avrupa Birliği'nin yeni anayasasını ve geleceğini oluşturacak olan hükümetler arası konferansa gözlemci olarak davet edilecek.

Bu toplantıya üye ülkeler ve tam üyelik müzakerelerine başlamış olan ülkeler davet edildiği için Türkiye katılamıyordu.

Eğer Berlusconi sözünü tutarsa, Türkiye yeni Avrupa'nın oluşum sürecinde var olacak.

Dünyadaki son gelişmeler Türkiye için yeni olanaklar yaratıyor. Avrupa'nın kendi iç sorunlarına rağmen Avrupa birliğini bir biçimde koruma çabasında ve Türkiye bu yeni dönemde dikkat çekmeye başladı.

Bunun sonuç vermesi Türkiye'nin atacağı adımlara bağlı.

Avrupa Birliği Genel Sekreterliği, haziran ayı sonuna yeni ulusal programı bitirme çalışmasına hız verdi. Bu arada altıncı uyum paketi gündemde.

Sekizinci maddenin kaldırılması gibi köklü zihniyet değişimi de gerektiren adımların atılmasını gerektiren kısacık bir dönem var önümüzde.

Bu adımların önündeki esas engel zihniyet blokajları, kireçlenmiş kafalar daha doğru aslında. O adımları atmadan kafaların değişmesi ve gelişme mümkün olmayacak bu ülkede.
Yazının Devamını Oku

Irak'ta silahların toplanması Türkiye'yi etkileyecek

12 Mayıs 2003
<B>IRAK</B>'ta cumartesi günü Halkın Mücahitleri Örgütü silahlarını Amerikalılara teslim etmeye başladı. İran rejimine karşı, yıllardan beri ülke dışında mücadele eden bu örgütün ana karargahı Irak'taydı ve Saddam Hüseyin yönetiminin kanatları altında, İran'ı tehdit eden silahlı bir güç haline dönüşmüştü.

İşte bu örgüt silah bıraktı.

Amerikalılar tarafından yapılan açıklama, bu gelişmenin bizi de etkileyecek yeni adımlara yol açacağına işaret ediyor.

Bağdat'taki 5. Kolordu'dan yapılan açıklamada şöyle deniyor:

‘‘Düşmanca niyet sergileyen ya da koalisyon yetkilileri ile işbirliği yapmayı reddeden gruplar, koalisyonun askeri gücüne muhatap olacaklardır.’’

Aslında bir sıkı yönetim ilanı niteliği taşıyan bu sözler, Irak'ta silahlı hiçbir muhalefete kesinlikle izin verilmeyeceğini açıkça ortaya koyuyor. Sadece İran rejimine muhalefet eden silahlı örgüte değil. Türkiye'yi tehdit eden PKK-KADEK'in de bu kapsamda olduğu anlaşılıyor.

ABD-İRAN GÖRÜŞMESİ

GEÇEN
hafta ilginç bir gelişme daha yaşandı. Amerikalı ve İranlı yetkililer arasında Cenevre'de gizli bir görüşme gerçekleşti.

Bu toplantıda bazı ‘‘özel konuların’’ ele alındığı söyleniyor. Buna bir diyalog başlangıcı denemez ama ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell'ın Suriye ziyareti de göz önüne alındığında savaşın ardından artık ikinci sayfanın açıldığı ortaya çıkıyor.

İkinci sayfa, Irak'ta istikrarın sağlanması, İsrail-Filistin ve Suriye arasında barış, terör örgütlerinin desteklenmesine son verilerek onların siyaset platformunda ele almalarını sağlayacak düzenlemeler de oluşacağı görülüyor.

Bush Yönetimi'nin Suriye ve İran ile temasa geçerek, bölgenin önemli aktörlerini Ortadoğu'nun yeniden yapılandırılması sürecinde iki yol sunuyor. Uzlaşma ya da çatışma.

Uzlaşma yolu için devrede olan güçler arasında Türkiye de var.

Bu nedenle, AKP hükümetini Suriye ve İran ile görüşüyor diye eleştirmek yersiz.

Hiçbir ülkenin çıkarları bir diğeri ile tam olarak örtüşmez ve tabii ki her ülke kendi çıkarları doğrultusunda hareket eder, bazı arkadaşlarımızın önerdiği gibi her şeyimizi ABD çıkarlarına tábi kılacak değiliz.

Ama Ortadoğu'da barış istiyor muyuz? Demokrasi istiyor muyuz? Eğer barış ve düzen istiyorsak o zaman kamplaşmaları değil uzlaşmaları, Amerikan ve İsrail aleyhtarlığını değil barış için işbirliğini desteklemeliyiz. Türkiye'nin bunun aksine bir tutum içinde olduğu söylenebilir mi?

SİLOPİ’DE İŞBİRLİĞİ

IRAK
'ta istikrarın sağlanması sadece ülke sınırları içinde kalan bir hedef değil. İster İran, isterse Türkiye, hangi ülkeye yönelik olursa olsun bölgede terörün ve teröristin hiçbir çeşidine göz yumulmayacağı artık iyice anlaşılıyor.

ABD ile Türkiye arasındaki terörizme karşı işbirliğinde yeni bir adım atıldı. Silopi'de, silahlı grupların hareketlerini takip etmek için ortak bir izleme noktası oluşturuluyor.

Irak'ta silahlı grupların silahsızlandırılması süreci Türkiye'yi de etkileyecek. Ama tek taraflı değil.

Bölgesel uzlaşma ortamının bir diğer tarafında da demokrasi var.
Yazının Devamını Oku