Ferai Tınç

Zamansızlıkta bir gezinti

3 Ağustos 2003
<b>HOMEROS</B>'un sözünü ettiği yerden, Bozcaada'dan Truva'ya doğru bakarken iki korkunç yılan çıkardı başlarını Ege'den. Gözleri alev, alev dilleri ateştendi.

Kutlanmakta olan zaferin, yakında mutlak bir yenilgiye döneceğini söyleyen, içi tuzak dolu tahta ata karşı halkını uyaran kahin Laokon ve kızlarının üzerine kan ve ölüm kustular.

Homeros üç bin yıl önce, İlyada adlı eserinde ‘‘Tenedos'tan bakıldığında’’ diye başladığı cümlede bunu anlatır.

Dün sabah Bozcaada'da, Cevat Çapan Hoca'nın dediği gibi zamansızlıkta bir yolculuğa çıktık. Sevgili dostlarım Haluk Şahin ve Belgin Şahin'in girişimleriyle bu yıl ikinci kez, Homeros destanı Ege'de ses buldu.

Üç bin yıl önce anlatılan bir mekanı paylaşmanın duygusu, insanın gözlerini kendi içine çevirmesine yardımcı oluyor.

Nerede duruyorum? Nereden gelip nereye gidildiğini anlamak için ilk soru bu.

* * *

İNSANLIK tarihinin, hem en önemli hem de en çatışmalı medeniyet noktalarından birinin üzerinde durduğumuzu anlıyoruz dönüp Homeros'a kulak verdiğimizde.

Bazılarının, ‘‘Os'lu fos'lu isimlere sahip çıkarak düşmanların ağzının suyunu akıttırıyorsunuz’’ gerekçesiyle görmezden geldikleri geçmiş, bu toprakların ve bizim geçmişimiz. Efsaneleri de bizim, masalları da.

İlyada, Avrupa kimliğinin temelini oluşturuyor. Ama bizi de anlatıyor. Zamanın, hiçbir saf nokta bırakmayan derin kazanında kaynayan Anadolu insanını.

Homeros'un destanı Akdeniz'deki iktidar mücadelesinin destanıdır aslında.

Eğer Kazdağının eteğindeki verimli ovaları ve son derece stratejik önemdeki limanıyla Truva üç bin yıl önce medeniyetin doruğunda olan Mezopotamya, Kafkasya ve Asya'ya açılan kapı olmasaydı, Miken Kralı Agamennon hem diğer Yunan siteleri üzerindeki hakimiyetini pekiştirmek hem de Doğu Akdeniz'de egemen olmak için bu zorlu savaşa kalkışır mıydı?

Çanakkale'nin gücü işte bu. Truva savaşının öyküsü, üç bin yıl önceden bu bölgenin anlamına ışık tutuyor.

* * *

TRUVA, Sezar için de önemliydi. Fatih Sultan Mehmet Han için de. Büyük imparatorlukların kurucuları Truva ile hep bir ilinti kurdular geleceğe bakarken. Roma'nın kurucusu Eneas aslında bir Truva prensidir. Fatih Sultan Mehmet'in ise İstanbul'un fethinden sonra Truva'ya gittiği ve ‘‘öcünü aldık Truva’’ dediği ileri sürülür.

Dün bir grup İtalyan da Padova'nın kurucusu Antenore'nin izini arıyorlardı Truva'da.

Truva, zamanın dilimlere bölünmediği o geniş alandaki buluşma noktasıdır.
Yazının Devamını Oku

Asker-sivil çatışmasının geride kaldığının kanıtıdır

1 Ağustos 2003
BELKİ tatildesiniz, belki de tatil hayalleri ile gevşeme ‘‘mood’’una kendinizi yavaş yavaş bırakmaktasınız. Bu yüzden yedinci uyum paketinin Meclis'ten geçmesinin anlamını ıskalamış olabilirsiniz. Ama ben size söyleyeyim. Bu, Türkiye Cumhuriyet tarihinin en köklü adımlarından biri. Askerin siyasete müdahale döneminin geride kaldığının tescili.Soğuk savaş zihniyetinden bir türlü kurtulamayan ve kendilerine uymayan her durumda askeri siyasete müdahale etmeye çağıran darbe meraklılarının uğraşlarına rağmen asker-sivil gerginliği yaşanmadı, çatışma çıkmadı. Paket olgun biçimde tartışıldı. Türkiye'nin çıkarları konusunda ortak nokta bulundu. Sanılanın aksine, Türkiye'nin asker-sivil farklılaşmasını aştığı ortaya çıktı.Zaman içinde, demokrasinin kuralları ve şeffaflık zorunluluğu daha da yaygınlaşacak. Bu bir gecede mi oldu? Hayır. Türkiye'nin ilk ulusal programının, Katılım Ortaklığı Belgesi esas alınarak yazılmasını anımsayın.O çalışmayı gerçekleştiren bürokratlar, ‘‘vatan haini’’ damgasını yemekten zor kurtulmuşlar, program derhal değiştirilmişti. Ama o gün kabul etmeye zorlandığımız değişimi, bugün sindirebilecek düzeye ulaştı Türkiye'nin toplumsal bilinci. Artık düşüncelerinin doğruluğunu kabul ettirmek için askeri referans silahı olarak kullananlar, kabul edilebilir fikir üretmekten başka silahları olmadığını anlamak zorunda kalacaklar. Ülkenin fikir hayatına ne büyük katkı, düşünsenize. * * * ŞİMDİ Türkiye'nin diğer adaylar, hatta Avrupa Birliği'nin yeni üyeleri arasında en demokratik ülke haline geldiğini söylemek yanlış olmaz. Tabii kağıt üzerinde. İşte artık, kağıt üzerindeki bu değişiklikleri hayata geçirmenin zamanı geldi. Yoksa, 2004 sonunda Avrupa ile müzakerelerin başlaması mümkün değil. Birçoğumuz, ‘‘Daha ne isteniyor, Kopenhag kriterlerine uyun dediler uyduk’’ diyebilir. Hayır uymadık. Kağıt üzerindeki değişiklikleri hayata geçirecek zihniyet değişimini yaygınlaştırmadıkça da uymuş olmayacağız. Bunun için önümüzdeki dönemde, Avrupa Birliği'nin mali yardımı çerçevesinde Türkiye'ye ayırdığı 250 milyon Euro ile geniş kapsamlı bir eğitim programı başlatılacak.Zihniyet değişimi dönemini ateşleyecek olan bu süreçten sadece yasa uygulayıcıları değil vatandaşlar da geçecek. Türkiye, cumhuriyetin değerlerini de köklü bir eğitim reformu ile yaygınlaştırmıştı, işte şimdi ikinci büyük değişimi kavrama dönemi. Ama bitmedi. Bu değişim projesinin önemli bir üçüncü ayağı var. O da ekonomi. Kopenhag kriterleri sadece siyasi kriterlerden oluşmuyor. Ekonomik kriterler, bölgeler arasındaki farklılığın ortadan kaldırılması gibi zor bir hedef başta olmak üzere, Türkiye'nin Avrupa Birliği pazarları ile rekabet edebilecek düzeye gelmesini gerektiriyor. Ekonomik çıkarlar, geleceğe bakışta öncelik kazanıyor.
Yazının Devamını Oku

Düşmanlıktan dostluğa

28 Temmuz 2003
ŞAM‘Artık hafta sonu için önceden program yapmıyoruz.’’ Pekiyi ne yapıyorsunuz?Suriye Enformasyon Bakanı Adnan Umran, Suriyelilerin hafta sonları, otomobillerine atladıkları gibi, iki üç saat içinde Türkiye'ye gittiklerini söylüyor. Otomobili olmayanlar için Gaziantep, Mardin, Adana gibi güney kentleriyle Halep ve Şam arasında dolmuşlar başlamış çalışmaya. ‘‘Eski duygusal yaklaşımı, korkuları bir kenara bıraktık. Ve bunun yararını şimdi görüyoruz. Buradan İstanbul'a bile otomobille gidilebiliyor. 10 saati biraz geçer yol. Tabii ben gençken hiçbir zaman İstanbul'a on saatte gidemezdim. Yol üstünde öyle güzellikler var ki, sık sık mola verirdim’’ diyor Umran.24 saatlik giriş çıkışlara artık vize uygulanmıyor. Ben iki gece kalacağım için vize almak zorundaydım. Ama iki ülke arasındaki ilişkilerin en zor dönemlerden geçtiği günlerden beri her gidişimde saklı güzellikler keşfettiğim Şam'da, artık hafta sonunu geçirmek daha da hoş hale gelmiş. Hele Elissar'da bir öğleden sonra serinliğinde Şam mutfağının tadına bakmayı hararetle tavsiye ederim. Eski Şam'da El Bekri Hamamı yanındaki Elissar, 1840'da inşa edilmiş tipik bir Şam evi. Son Osmanlı vali yardımcısının konağıymış. Şimdi onarılarak nefis bir mekan haline getirilmiş. Şam'ın sıcağına geçit vermeyen mermer avluda Arabesk'in o sihirli ölçüsü içinde sedef kakmalar, parlak kumaşlar ve keskin tatların hoşluğunu buluyorsunuz. Sadece orada değil, Suriyeli şair Nizar Kabbani'nin dediği gibi, küçük ahşap kapının açıldığı her avluda ışığın, gölgenin ve mermerin senfonisi başlıyor. Avluların ortasındaki küçük mermer havuzlarda su oyunları gece gündüz devam ediyor. Ne fıskiyeler yoruluyor, ne de Şam'ın suyu tükeniyor. * * *ADNAN Umran, Hafız Esat Yönetimi'nin etkili isimlerinden, ülkesini yedi yıl boyunca Londra'da temsil etmiş olan bir Büyükelçi. Arap Birliği Genel Sekreter Yardımcılığı da yapmış olan Umran, Arap siyaset sahnesinin önde gelen simalarından. PKK sorunu, su, Hatay ve İskenderun ile ilgili toprak taleplerinin, diğer bir deyişle ilişkileri zehirleyen bu sorunların çerçevesinde siyaset üretmiş olan bu deneyimli politikacı, şimdi yepyeni bir atmosferin psikolojisini seslendiriyor. Türkiye'nin Irak savaşındaki tutumunu değerlendirirken,‘‘Türkiye, tezkere kararıyla gerçek bir demokrasi olduğunu gösterdi. Sizi tamamen yok etmek üzere yaptıkları oyunları boşa çıkartmış ve ülkenizin bütünlüğünü korumuş, bağımsızlığınızı, hükümranlığınızı savaşarak kazanmış bir ulussunuz. Kimseden demokrasi dersi almaya ihtiyacınız yok.’’Bir Suriyeli yetkilinin Sevr'e bu şekilde atıfta bulunması dikkatimi çekiyor. Yeni bir söylem. Bunun ardından ikinci açılım geliyor. ‘‘Kürt sorunu, her zaman yabancı güçlerin oynadığı bir oyun oldu bu bölgede.’’Yıllarca PKK'ya kucak açmış bir yönetimde görev yapan bir politikacının ağzından bunları duymak şaşırtıcı. Ancak, Arap aydınlar arasında yeni başlayan bir tartışmayı yansıtıyor bu yaklaşım. Bugüne kadar ulusal kimliklerini Osmanlı'ya karşı mücadele ve Türkiye'ye şüphe temelinde geliştiren Arap dünyasında, özellikle ABD'nin bölgeye müdahalesiyle birlikte Osmanlı yeniden değerlendiriliyor. Bir devletin yabancı güçler tarafından parçalanması ve Türkiye'nin bağımsızlık mücadelesi yeni yeni keşfediliyor.
Yazının Devamını Oku

Bağdat'ta ne değişti

27 Temmuz 2003
<B>GAZETECİLER Saddam </B>zamanında da Bağdat'ta istedikleri gibi çalışamazlardı, şimdi de. Birisi, Saddam rejimini korumak adına müdahale ederdi, öteki yeni bir rejimi getirmek adına gazetecilerle uğraşıyor.

Hürriyet ve DHA ekibinin dün sabah bir buçuk saat Amerikan askerleri tarafından göz altına alınmaları öyle sıradan bir yol kazası mı?

‘‘Savaş ortamında olur böyle şeyler’’ gerekçesiyle olayı geçiştirmek mümkünse eğer, bundan sonra temel hak ve özgürlükler konusunda kimseden hassasiyet beklemeyelim.

Herkes kendi ‘‘haklı gerekçeleri’’ni ileri sürerek medya mensuplarının, gazetecilerin, televizyoncuların çalışmalarını engelleyecek, gerçeği değil istediğinin yansıtılmasını hak görünce, bunu kabul etmemiz gerekecek demektir bu.

ABD Savunma Bakan Yardımcısı Wolfowitz, Irak'ı ziyaretinden sonra yaptığı açıklamada medyayı suçladı, ‘‘zararlı yayın’’lardan şikayet etti. Irak'ta istikrarın sağlanamayışında gazetelerin de rolü vardı.

Kendi önceliklerine ve çıkarlarına özel önem atfederek, bunların korunmasının herkes için kutsal bir görev olduğuna inanmak kadar tehlikeli bir şey yoktur.

Washington'un muhafazakarları, dünyayı bu tehlikeli yolda peşlerinden hızla sürüklüyorlar.

* * *

SADDAM Hüseyin'in oğulları Uday ve Kusay, rejimin cinayet şebekeleriydi.

Cezalandırılmayı hak ettikleri muhakkak. Ama bu şekilde mi olmalıydı ceza?

Irak'ta, Washington'da biçilen patrona uygun bir istikrar sağlamak diz kapağı vücudundan ayrılmış cesetlerin resimleri ile mümkün mü?

Bunun, rejim düşmanı ilan edilenleri halka ibret olsun diye meydanlarda sallandıran zihniyetten ne farkı var?

Kaldı ki, komplo teorileri ve efsaneler üreten Arap kültüründe bu yöntemle sonuç da alınmaz.

Bir yandan demokratikleşme adına Irak'ta idam cezasını kaldırdığını açıklayacaksın, öte yandan adam infaz edeceksin.

İdam değil infaz. Daha beter.

Demokrasiye böyle adım atılabilir mi? Bunun sonucu, muhalefete tahammülsüz yeni bir Irak cumhuriyetidir.

Dış güçlerin desteğiyle kurulmuş olan bütün diğerleri gibi.

Amerikalılar yaptı diye, insan haklarının temel ilkelerini bir kenara itip, bundan sonra hiçbir şey sorgulanmayacaksa işler daha da zorlaşacak.

* * *

ÖYLE zorlaşacak ki, bugün terörist ilan edilen rejimler bile yarın Irak'ta ABD'nin programına tam destek verirlerse ‘‘affedilebilecekler’’. Ve Türkiye de dahil tüm bölge ülkelerinde gerçek demokrasi adımları, kozmetik değişimlere kolaylıkla feda edilebilecek.

Irak'taki gelişmeler, bölgede radikal unsurların kin ve nefret propagandalarına olanak sağlarken, demokratik değerleri savunan çevrelerin işini daha da güçleştiriyor.

Demokrasi ve insan hakları gibi değerlerin tamamen gözardı edilebileceği ‘‘özel koşullar’’ alanı meşrulaşıyor.

Saddam'ın oğullarının infaz edildiğinin duyulmasıyla PKK'ya af yasasının parlamentoda ret edilişi arasında hiç mi psikolojik etkileşim yok sizce?
Yazının Devamını Oku

Bu kadar zor mu

25 Temmuz 2003
<b>PENTAGON</B>'un, Irak için Müslüman ülkelerden asker istediği, 29 Haziran tarihli Washington Post Gazetesi'nin haberiyle kamuoyuna yansımıştı. Kimliğini açıklamayan askeri bir yetkiliye dayandırılan haberde, Pakistan, Hindistan ve Türkiye'den asker istendiği ancak ‘‘stratejik’’ nedenlerle henüz bu talebe net yanıt gelmediği ileri sürülüyordu.

Haber ertesi gün, bizim Dünya sayfamızda yer aldı, o günkü yazımda ben de, ‘‘Haydi bakalım şimdi ne olacak? Türkiye Irak'a asker gönderecek mi?’’ sorusunu sormuştum.

Kamuoyunun bir aydan beri bildiği bir gerçeğin çok daha önceden farkında olduğu anlaşılan ya da öyle olması gereken hükümet, Irak operasyonunun başından beri izlediği tutumu sürdürüyor.

Muğlaklık.

Bu kadar önemli bir konuda, somut bir politika geliştirmek yerine, kararsızlık ve karmaşa yaşanıyor.

Özünde karar verme sorumluluğundan kaçışın izlerini taşıyan ‘‘inşallah kültürü’’nün belirsizliğiyle, Türk dış politikasının geleneksel çizgisi arasında en ufak bir benzeşme görmüyorum ben.

Türk askerlerinin Irak'a hangi durumlarda gönderilebileceğinin ilkesel çerçevesini oluşturmak bu kadar zor mu?

Stratejiyi belirlemek yerine, belirsizlikler üzerinde pazarlıklara oturmak, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın hediyesi olan ‘‘devleti tüccar zihniyeti ile yönetme’’ anlayışı gereğiyse, duruma herkesten önce bu memleketin tüccarları müdahale etmeli.

Örneğin, asker istenen ülkelerden Hindistan, BM kararı olmadan Irak'a asker göndermeyeceğini, hemen açıkladı.

Pakistan, ‘‘Durumu değerlendiriyoruz’’ dedi ama önce koşulunu koydu. Bir şemsiye örgüt altında yer almak. Birleşmiş Milletler, AGİT ya da Körfez İşbirliği örgütü olabilir dediler.

* * *

KEŞKE 21'inci yüzyılın başında insanlık, Saddam Hüseyin rejimini savaşa başvurmadan değiştirecek mekanizmaları hayata geçirecek yetenekte olsaydı. Olamadı. Irak'ta savaş önlenemedi.

Ama şimdi, Irak'ın istikrarı, Irak halkının bir an önce Kürdü, Türkmen'i, Arap'ı Şiisi ve Sünnisi ile güvenli bir yaşama geri dönmesi için el uzatma zamanı.

Bunun tek güvencesi ise uluslararası güç. Türkiye böyle bir güçte neden yer almasın?

Ama. Aması var.

ABD Başkanı Bush, Saddam Hüseyin'in oğullarının ölümünden sonra uluslararası toplumu, BM'de alınan son karar çerçevesinde yardıma çağırdı.

Bu karara dikkatinizi çekerim. Irak'taki Amerikan varlığına meşruiyet kazandıran dolayısıyla Irak'ta, Amerikan işgal yönetimine tabii olmayı öngören bir karar bu.

Oysa, Fransa, Almanya gibi ülkeler BM Güvenlik Konseyi'nin bu kararının ortak bir yönetim, ortak komutanlık, ortak karar mekanizmalarının oluşturulması için yeterli olmadığını söylüyorlar. Uluslararası bir güç için yeni bir Güvenlik Konseyi kararı gerekiyor.

Irak'a asker göndermek ciddi bir karar ama bir ‘‘karar’’.

Ya yukarıdaki gibi uluslararası hukuk çerçevesinde ısrar edilecek ki bence doğru olanı bu.

Ya da Irak'taki işgal yönetiminin polisi olarak Irak'a gidilecek. Ama bu da bir karar gerektiriyor.

Oysa hükümetin resmen bir karar açıkladığını ben henüz duymadım. Bir pazarlıktır gidiyor.
Yazının Devamını Oku

Suriye'de değişim sancıları

21 Temmuz 2003
<I>ŞAM</I><br><br><B>DIŞİŞLERİ</B> Bakanı <B>Abdullah Gül</B>'ün Washington ziyaretinin hemen ardından Ankara Suriye Başbakanı'nı ağırlayacak. Washington'un şahinleri Ortadoğu barış görüşmelerinin önündeki en büyük engel olarak artık Suriye'yi görüyorlar. Ve bize her fırsatta, ‘‘Suriye'ye karşı işbirliği yapmalıyız’’ mesajını veriyorlar.

Ama bu işbirliğinin ne olduğu sorulduğunda ise net bir yanıt almak mümkün değil. Pek çok konuda, Bush'un yeni muhafazakar takımıyla ters düşen Dışişleri Bakanı Powell, Türkiye'nin İran ve Suriye'ye teröristlere verilen desteği kesmeleri ve kitle imha silahlarından arınmaları konusunda mesaj vermesini yeterli görüyor.

ABD'nin Irak'taki askeri varlığının, bu işin şakası olmadığına dair en somut kanıt olduğunu hatırlatması isteniyor Türkiye'den.

Bizim yerli neo con'lar ‘‘yeni muhafazakarlar’’a kalsa İran ve Suriye ile ilişkileri kesmek gerekiyor.

Ben buna inanmıyorum. Türkiye, komşularıyla iyi ilişki içinde olmalı ama artık bu ilişkilere demokrasi, şeffaflık ve insan haklarına uymak gibi koşulları da getirmenin yollarını aramalı.

Bizim kararlılığımız İran ve Suriye'deki değişim güçlerini de memnun edecek kuşkusuz.

* * *

BUSH
Yönetimi'nin, Irak'ın Nijer'den uranyum almak için pazarlık yaptığına ilişkin gerekçenin fos çıkması Suriye ile ilgili iddialarda Washington'u frenliyor. Dışişleri'nin şahin bakan yardımcılarından John Bolton'un yarın yapması beklenen açıklama şimdilik ertelendi. Bolton açıklamasında Suriye'nin elindeki kitle imha silahlarının bölge ve ABD güvenliğini doğrudan tehdit eder seviyeye ulaştığını söyleyecekti. CIA ve diğer istihbarat birimleri bu iddianın ‘‘abartılı’’ olacağı uyarısında bulundular ve engellediler.

Ama şimdilik. Çünkü Bolton'un tanıklığı eylül ayına ertelendi.

* * *

SURİYE
'den öncelikle beklenen, İsrail ve ABD'nin terörist olarak ilan ettiği 10 Filistin örgütünün Suriye'de faaliyetlerine son verilmesi. Beşar Esad Yönetimi, bu konuda da adım atıyor. Hamas ve İslami Cihad'dan Şam'daki bürolarının kapatılması istendi. Ama Washington bunu yeterli görmüyor. Apo'ya yapılanın yapılması isteniyor.

Geçen hafta İstanbul'da bir konferans veren Amerikalı Büyükelçi Martin İndyk, ‘‘Bu sonucu alabilmek için Türk modelini uygulamaktan başka çare yok’’ diyordu.

Türk modeli ile, sınıra asker yığıp, ültimatom vermeyi kast ediyordu.

Suriye ise ülkedeki Filistin mülteci kamplarının tepkisini hesaba katmak zorunda.

İç dengeleri gözetme adına bu konuda dikkatli davranmak istiyor.

Ama öte taraftan, Ortadoğu Barış süreci pazarlıklarında da elindeki kozları tamamen kaybetmek niyetinde olmadığı için bu konuda elini ağırdan aldığı anlaşılıyor.

* * *

BAŞBAKAN
'ın ziyareti öncesinde, Irak'taki gelişmelerin Suriye'deki yansımalarına baktıkça, her şeye rağmen ABD'nin bölgedeki varlığının kalıcı olduğu burada da kabul edilmiş görünüyor.

Ortadoğu Barışı dışında -bu konuda pozisyon değişikliği yok- Beşar Esat Yönetimi Baas içindeki direnişi fazla tahrik etmeden reformları hızlandırma arayışında.

Toplumdaki kışla havasını kırmak için okul üniformalarına pembeler, maviler katarak sivillik getirme çabaları bunun örneği. Bazı yönetim karşıtları sessiz biçimde affediliyor.

Bu adımların ardında dış baskının, ABD'nin zorlamalarının olduğunu kimse inkar etmiyor. Ama en ilericisi bile, Amerikan müdahalesi yerine eski rejimi tercih ettiğini söylüyor.

Amerikan müdahalesinin değil ama sanki Ankara'nın vereceği mesajların daha samimi biçimde dikkate alındığı izlenimi uyanıyor bende.
Yazının Devamını Oku

Bir erin anıları 20 Temmuz 1974 Adatepe

20 Temmuz 2003
<B>TARİH</B> kitapları, o günü kısa ve kuru bir cümleyle şöyle anlatırlar: <B>‘‘19 Temmuz'da Başbakan Ecevit'in talimatıyla Türk çıkarma gemileri denize açılır ve 20 Temmuz'da denizden çıkarma ve havadan indirmelerle Girne bölgesi kontrole alınır.’’</B> Bugün, barış harekatının 29'uncu yıldönümü. Tarih sahnesindeki rolünün farkına varmadan bu öyküde yer alan sıradan insanlardan birinin, Adatepe muhribinde askerliğini yapan bir erin hatıra defterinin sayfalarında birlikte bir yolculuğa ne dersiniz?

Bozcaada'nın tanınmış simalarından Hüseyin Kocamış ile sırtımızı kilisesinin duvarına vermiş oradan buradan sohbet ederken, söz Kıbrıs'tan açılıyor. Harekata katıldığını anlatıyor, hatta anılarını yazdığını söylüyor. İstersem bir göz atabilirdim. Sararmış bir dosyanın içine dikkatlice yerleştirilmiş pembe kopya kağıtlarıyla kendisi yapmıştı defterini. ‘‘T.C.G. Adatepe 19 Temmuz 1974'' yazmıştı defterin kapağına.

‘‘14 Temmuz. Saat 2 sıraları idi izindeki personeli toplamaya başladılar. Akşam oldu, komutan nöbetimiz olan Uzun Ada'ya değil, acele Mersin'e gideceğimizi söyledi. Şaşkınlık içindeydik. Sebebi Kıbrıslı Türklere zulüm etmeye kalkışmalarıymış. 18'ine kadar Mersin'de kaldık. O akşam Kıbrıs yoluna koyulduk. Çıkarma birlikleri ortada, biz muhripler de onları bir çember şeklinde içeri alarak ilerliyorduk.’’

O sırada, Kıbrıs'ta, müdahaleye yol açacak gelişmelerin tırmandığından haberi yoktu Hüseyin Kocamış'ın, 15 Temmuz'da Nikos Sampson darbesinin olacağından ve Ankara'da çıkartma kararının tam da o gece alındığından da.

* * *

‘‘SAATLER geçmiyor. Sabahın saat altısı. 6.20'de ateşe başladık. 25 kilo olan mermileri toplara verdik. Atış kesildi. Kaportodan başımı çıkarttım. Bir de ne göreyim karşımda gayet güzel bir liman, Girne limanı ve sahiller. Çok yaklaşmışız. Evlerin büyüklüğünü küçüklüğünü tespit edebiliyorum. Fakat her yer duman, arada yangınlar görüyorum. Saat 12'ye doğru ikinci komutan anons ederek yemek alınsın dedi. Yemeklerimizi yanımıza aldık. Savaş yerlerimize döndük. Çeyrek ekmek, peynir, kızarmış patlıcan ve karpuzdu yemeğimiz. Bitkindik. Kir içinde köy çobanlarına dönmüştük. Benim gibi bazılarımız yabanilere benzemiştik. Bir anda savaş durumuna geçtik. Devamlı emirler üzerine devamlı ateş. Hiç top atışı duymamış insan olsaydı o an çıldırabilirdi. Sarsıntıdan cam eşyalar yerlere düşüyor, florasan lambalar patlayıp kırılıyorlardı.’’

Başımı kaldırıp Hüseyin Kocamış'a soruyorum. Rumlarla iç içe yaşadığı bir adadan diğerine Türkleri kurtarmaya gitmeyi. Kendisine nasıl açıkladığını öğrenmek istiyorum. ‘‘O zaman Rumlara karşı gitmedik ki, eziyet gören insanları kurtarmaya gittik’’ diyor ‘‘Biz burada hep iyi geçindik.’’

* * *

21 Temmuz günü Türk konvoyuna bölgeyi arama eri verilirken, Ankara'ya Yunan gemilerinin Kıbrıs önlerine ilerlediği haberi geliyor. O günlerle ilgili daha sonra yapılan açıklamalarda keşif uçaklarının Türk konvoyunu tanıyamadığı bu yüzden kendi gemilerimizin kendi uçaklarımız tarafından bombalandığı açıklanacaktı. Ama o an, Hüseyin Kocamış, Adatepe'de bir er, bunu bilmiyor.

‘‘Patlamayla savrulduk. Cereyanlar kesildi. Karanlıkta kalmıştık. Bu bizim attığımız topların patlamasına benzemiyor. Ölüm korkusuyla bağırıyorduk. Cephanelik üstünde yangın çıkmış. Haberi duyar duymaz koşuşturma başladı. Çok şükür söndürdük. Gemi ışıksız vaziyette olduğu yerde çakılı duruyordu. Bazıları bize Yunan uçaklarının saldırdığını söylediler. İşte bu kötü haber. Onlara karşı koyacak neyimiz var ki? Bizim toplarla uçak taarruzlarından kurtuluş yolu yoktur. Allah'tan bir daha bize hücum etmediler. Ancak bizim geminin eşi olan Kocatepe'yi batırmışlar.’’

Defteri kapatıyorum.‘‘Kıbrıs için savaştın, bugün dışarıdan gelen çözüm baskılarına ne diyorsun?’’

Hüseyin Kocamış
artık her şeyi biliyor. ‘‘Bunca yıldır bu işin sürüncemede kalması yanlış. Biz Türklerin haklarını korumak için oraya gittik. Haklarını versinler, bu iş de bitsin’’ diyor. Sonra Kıbrıs gazilerine 130 milyon lira ödendiğini, bunun ne kadar az olduğunu konuşuyoruz.
Yazının Devamını Oku

ABD Irak'ı bırakıp çıkabilir mi

18 Temmuz 2003
<b>SÖZLÜKTE ‘‘irrelevant’’</B>ın tam karşılığı <B>‘‘konu dışı, ilgisiz, önemsiz’’</B>. ABD Büyükelçisi Pearson, çarşamba günü, Türk Amerikan İş Konseyi tarafından düzenlenen veda yemeğinde, Süleymaniye baskınını bu sözcükle ifade ediyor.

‘‘Türkiye ile ABD arasındaki ilişkiler sarsılmazdır. Zor zamanlardan geçerken 4 Temmuz kazasını konu dışı görüyoruz. Böyle bir şeyin hiçbir zaman yaşanmamış olmasını dilerdik.’’

Süleymaniye baskını, Türklerin algılamasında da ilişkilerin kalitesiyle hiçbir ilgisi olmayan bir anormallik taşıyordu.

Bir başka anormallik de çözümün askerlere bırakılmış olması. Askeri bir ‘‘kaza’’ gibi görünse de işin esası siyasi bir kriz ama siyasetçiler başından beri karınlarından konuştular.

Büyükelçi Pearson konuşmasında bu fırtınayı aşmanın formülünü de verdi: ‘‘Irak'ta ABD'nin perspektifini paylaşmak.’’

Irak'ta rejim değişikliği hedefini Amerikan dış politikasına yerleştiren emekli Büyükelçi Martin Indyk de, aynı gün İstanbul'da yaptığı konuşmada aynı mesajı verdi.

Clinton'un güvenlik danışmanı olmasına rağmen Başkan Bush'un Irak politikasına tam destek veren Büyükelçi Indyk, Türk-Amerikan ilişkilerindeki sorunları irdelerken tek nedenin Irak olduğunu söyledi. Özellikle de Kuzey Irak.

Çünkü artık koşullar değişmiş, Türk ve Amerikan orduları aynı topraklarda karşı karşıya gelmişlerdi.

* * *

BÜYÜKELÇİ Indyk, kendilerinin de Irak'ta toprak bütünlüğü, demokrasi ve ekonomik kalkınma istediğini söyledi. Türkiye'nin de aynı talepleri olduğunu biliyordu. Ama sorun aynı amaca farklı taktiklerle gidilmesinden kaynaklanıyordu.

‘‘Irak'ın komşuları Irak'ın içişlerine müdahale etmemeli. Ne İran, ne Suriye ne de Türkiye’’ dedi Büyükelçi Indyk.

Süleymaniye olayıyla ilgili soruşturma komisyonu kurulmasına, taraflar arasında zor da olsa ortak bir metin üzerinde anlaşma sağlanmasına karşın her iki büyükelçiden gelen mesaj da aynıydı.

İkisinde de bir hata yapıldığına ilişkin ima olmadığı gibi, Irak'ın içişlerine karıştığınız için böyle yol kazaları oluyor mesajı vardı.

* * *

ABD'nin, Irak'ta rejim değiştirerek bir taşla üç kuş vurmayı hesapladığı artık aşikar.

1. Saddam rejimini devirerek bölgedeki baskıcı rejimlere gözdağı vermek ve batıcı demokrasi hareketlerini cesaretlendirmek; 2. Irak ordusunu dağıtarak, İsrail'e yönelik askeri koalisyon tehdidini azaltmak. Ortadoğu barış sürecine hayat vermek. 3. Irak'a asker yığarak Suriye ve İran rejimleri üzerinde Amerikan caydırıcılığını artırmak.

ABD hedefine ulaşacak mı? Evet bölgede işler hiç de iyi gitmiyor. Washington gerilla savaşı ile karşı karşıya.

Büyükelçi Indyk, zorlukların farkında olduklarını söylüyor ama kuyruklarını bacaklarının arasına sıkıştırıp Irak'ı terk etmelerinin mümkün olmadığının da altını çiziyor. ‘‘Kaybedemeyiz, çünkü bunu kaldıramayız’’ diyor.

Sadece ABD mi? Türkiye başta olmak üzere çok geniş bir coğrafya da ABD'nin her şeyi yüzüstü bırakıp çıkmasını kaldıramaz.

Teröre, radikal akımların güçlenmesine ve daha birçok bilinmez gelişmeye uygun ortam yaratacak böyle bir istikrarsızlık potansiyelini bu bölge kaldıramaz.

ABD Irak'a mahkum. İstese de çıkamaz. Bir taşla hedefteki üç kuşu bu şekilde vurabilmesi ise çok güç. Bunun tek yolu, ilişkileri ‘‘biat’’ koşulluğunun ipoteğinden kurtararak ittifak tabanını genişletmek.
Yazının Devamını Oku