Paylaş
- Kürtçe...
- Peki Talabani Öcalan’a selam göndermiş. Acaba nasıl hitap etti. Yani “Öcalan’a selam söyleyin” mi dedi? Yoksa “Apo’ya selam söyleyin” mi?
- “Kardeşime” dedi. “Kardeşime selam söyleyin. Barış için elinden gelen katkıyı yapsın” dedi.
Bu detay önemlidir.
Çünkü artık ne Talabani 10 sene önceki Talabani’dir. Ne de Öcalan 10 sene önceki konumundadır.
Zamanın tek büyüsü olan değişim, bir okyanusun sessiz, görünmez ve köpüksüz dalgaları gibi vurmuştur kıyılarımıza.
Denizciler o görünmez dalgaya “soluğan” der.
Göremezsiniz. Anlayamazsınız. Hissedemezsiniz. Ama kayığınıza ulaştığında, sizi öylesine sallar, silkeler ki...
O zaman anlarsınız ne olduğunu. Böyle bir sargı bezidir işte zaman. Tuvalinizdeki gizli fırça darbesidir. Bir cam parçasını bir anda ayna haline getiren sırdır o.
Şimdi o soluğanı düşünerek, 10 sene önceyi hatırlayın.
Bir dönem Talabani bir Kürt lideri olarak müthiş tepki çekiyordu. Türkiye’ye gelemiyordu. Mesela rahmetli Özal kendisiyle ancak aracılar yoluyla görüşebiliyordu. (Kaya Toperi yakın tanığıdır.) Gizli zirveler oluyordu.
Talabani ve Barzani Güneydoğu’daki bölge komutanlarıyla, valilerle ancak sahra çadırlarında gizlice görüşebiliyordu.
Sonra daha da sertleşildi. Kısa süre önceye kadar Genelkurmay başkanları Talabani için “aşiret reisi” ifadesini kullanıyordu.
Türkiye devleti henüz Kürt meselesini yalnızca bir terör sorunu olarak algılıyordu. Bu nedenle çözümleri de askeriydi. Toptu tüfekti. Olağanüstü hal, devleti ve halkı halsiz bırakmıştı.
Hatta bir önceki Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Irak Devlet Başkanı olmasına rağmen Talabani’yle görüşmüyordu.
Öcalan’ın o günlerdeki durumunu anlatmaya gerek bile yok. Bebek katili diye anılıyordu.
Peki ne oldu?
Talabani’nin İstanbul’da Öcalan’a “kardeşim” diye selam gönderdiği günlere geldik.
Mesela 10 sene önce Talabani, Öcalan için, “Kardeşime selam söyleyin” dese ne olurdu?
Ya da bugün iki dil talebini yapanlar müebbetten kurtulabilir miydi?
Zaman aktı çünkü. Soluğan işledi. Konumlar değişti.
İşte bu yüzden artık şu gerçekleri kabul edeceğiz.
1) Türkiye’de bir Kürt meselesi vardır. Acılar yaşanmıştır. Ama acıları ve kanı hatırlatarak, düşmanlıkları öfkeyle bileyerek siyaset yapmak çözümü tıkamaktadır. Askeri çözüm dönemi kapanmıştır. Namluların susup insanların konuştuğu bir süreç başlamıştır. BDP’nin de artık kendisini sivilleştirmesi gerekmektedir.
2) Mesele yalnızca Kürt meselesi değildir. Mesele Türkiye’nin demokrasi meselesidir.
3) Kürtlerin taleplerini dile getiren BDP Anayasal bir parti olarak halkın oylarıyla Meclis’te grup kurmuştur.
4) Kızarsınız ya da översiniz ama sonuçta BDP bugüne kadar çözüm projesi sunan tek kurum olmuştur.
5) Devlet, bir tarafta TRT Şeş uygulamasına geçmiş. Diğer tarafta gündelik hayatta ikinci dil talebi karşısında sıkışıp kalmıştır. Şaşkındır.
6) Sine-i millete dönme kararı alan milletvekillerine Öcalan “Meclis’e dönün” dediği için Meclis’te BDP grubu kurulmuştur. Öcalan artık fiilen grup başkanı durumundadır.
7) Devlet Öcalan’ı muhatap aldığını kabul etmiştir. Eylemsizlik ve silah bırakma için devletin Öcalan’la görüştüğü kesinleşmiştir. Temas hâlâ sürmektedir. (Ki bana göre doğru bir yaklaşımdır.)
8) ABD’nin Irak’a yerleşmesi ve çekilme sürecini başlatması bu gelişmelerle doğrudan ilgilidir. Etkilemiştir. ABD Türkiye’nin Talabani ve Barzani ile iyi ilişkiler içinde olmasını istemektedir. Dahası Öcalan’ın muhatap kabul edilerek Kürt meselesinin demokratik yoldan çözülmesini istediği açıktır.
9) Bekaa vadisindeki günlerden, İmralı sürecine kadar yaşanan değişim işte budur.
Ve Türkiye artık bu gerçek karşısında ne yapacağına karar vermelidir. Bu siyaseti ya da çözüm projesini üretme süreci yalnızca iktidarın değil, aynı zamanda muhalefetin de sorumluluğundadır.
Evet; soluğan işliyor. Ve genel seçimlere doğru Türkiye tarihi kararların eşiğine yaklaşıyor.
Ve işte bu eşikteki tek beklentim şudur:
- Türkiye etnik ve inanç eksenli ayrımcılıkların değil, herkesin kendi kimliğini ve inancını korkmadan yaşayabildiği özgür bireylerin ülkesi olmalıdır.
Bunun için de gerekirse paslanmış tabular kırılmalı, inanca ayarlı putlar devrilmeli, naftalin kokulu duvarlar yıkılmalıdır.
Bu da ancak insan sevgisinden örülmüş o sivil cesaretle olabilir.
İKİNCİ YAZI:
Kim kimin aydınıdır?
DTK’nın Diyarbakır çalıştayından kalan bir söz var:
“Aydınlarla bir araya geldik.”
Hükümet açılım çalıştayı sırasında da aynı cümleyi kullanmıştı:
“Aydınlarla bir araya geldik!”
Peki kimdir bu aydın?
Yoksa her kampın, her tarafın kendine uygun bir aydını mı var?
Mesela CHP’nin aydını kimdir?
- Cumhuriyet aydını mı?
Kürt oluşumunun aydını;
- Demokratik aydın!
Ak Parti’ninki;
- Gelişimci muhafazakâr aydın belki de.
MHP’ninki; milliyetçi aydın!
Peki üniversiteler nerede?
Onlar televizyonlarda kanal kanal gezmedikleri için “görünmez aydın!”
Mesela açılım sürecinden sorumlu Bakan Beşir Atalay da aydınlarla bir araya gelmişti.
Şimdi Ahmet Türk DTK çalıştayında aydınlarla bir araya geldiğini söylüyor.
Ama dikkat ettim, aynı sesin aydınları var hep. Demek ki o kampın aydını olmak için o orkestraya uygun notaları kullanmak gerekiyor.
Ve bakıyorum;
Çok dilli olmayı isteyenler “tek ses” olmayı ne kadar çok seviyorlar...
Fazıl Say’dan “tek sesli bir beste” istemek gibi bir şey bu.
Her kampın, her tarafın kendi aydını ne kadar kalabalık olursa olsun sonuçta “tek ses” çıkıyor.
Ve çok iyi biliyorum ki;
Tek seste, tek tipte, tek renkte özgürlük olmaz.
Asi kelimeler, uslanmaz kavramlar çarpışmazsa, aykırı fikirler, karşı görüşler yarışmazsa, kendi meşrebinize göre istediğiniz kadar “aydın!!!” toplayın...
Sonuçta kararırsınız!
Paylaş