Paylaş
Niye mi?
Anlatayım...
İlkokul 5’inci sınıftaydım. Sahanın kenarına kadar iner, parmaklarımı tellerin arasına geçirip seyrederdim.
Kocaman bir masal ülkesi gibi gelirdi o yeşil saha bana.
Uzun atlayanlar, koşanlar, cirit, çekiç, gülle... Yüksek atlayanlar. Üç adım.
En çok da 10 bin metrenin o havuzlu engeli eğlendirirdi beni.
Atletler engelden atlayıp suya bastıkça heyecanlanır kahkahalar atardım.
Ablam Zafer koşardı. Sonradan spor aşkı yeşil sahada bir başka aşkı ateşledi;
Ablamla evlenen 3 adım atlamanın efsane ismi, Aşkın Tuna’yı öyle tanıdım.
Önce kıskanıp kızmıştım. Ama o her atlayıştan sonra gelip bir yanak aldıkça benden;
Atletizmle birlikte ona da ısınmıştım.
İlk o zaman duymuştum Jerfi Fıratlı adını.
Spor okulu zaten yoktu. Salon azdı. Olanak sıfırdı.
Ama bizim atletler Balkanlar’da Avrupa’da ve hatta olimpiyatlarda derece alıyorlardı.
Elbette Hıncal Uluç çok daha iyi bilir.
Ama benim hatırladığım.
“Onbinci” Muharrem Dalkılıç, “sekizyüzcü” Ekrem Koçak, “dörtyüzcü” Cengiz Akıncı.
Ve daha nice isimler.
Türk sporunun öncü ve meşakkat çekmiş kahramanları.
Nurullah İvak(lar).
Mesela, olimpiyatlarda derece alan maratoncu İsmail Akçay’ın, kafasını sağa yatırıp bir şimendifer ritmiyle koşması unutulur mu?
Yüksekte Çetin Şahiner, uzun mesafede Cahit Öner ve Mehmet Terzi...
Yokluk içinde spor yaptılar.
Hatırlıyorum.
Mesela Aşkın Tuna’nın babası Rauf Tuna’yı okula çağırıp demişler ki:
“Senin oğlan spora çok düştü. Bu gidişle adam olmayacak. Kulağını bük de derslerine baksın.”
Aşkın Tuna sonra defalarca üç adım atlamada Türkiye rekoru kırdı. 16 metre 01 santim yıllarca geçilemedi. Akdeniz’de, Avrupa’da balkanlarda dereceler aldı.
Saydığım bu isimlerin tamamı derece aldılar.
Dedim ya.
Bir çivili ayakkabı bulmak meseleydi.
Ve en önemlisi;
Bu sporcuların hepsinin önünü açan isim Jerfi Fıratlı’ydı...
Fıratlı 11 yıl Atletizm milli takımında görev yaptı. Federasyon başkanı oldu.
Ve en önemlisi; “Oğlumuz sporcu mu olacak adam mı olacak” sorusuna sıkışan ailelerle tek tek konuştu. İkna etti. O çocukları atletizme kazandırdı. Şampiyonlar çıkarttı.
Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nce “Olimpik Nişan”la ödüllendirildi.
Adına yarışlar düzenlendi.
İşte böyle bir isimdir Jerfi Fıratlı...
Bu yüzden;
Dünya olimpiyatlarının yapılacağı salona Jerfi Fıratlı adını öneren Hürriyet spor servisini kutluyorum.
Ve bir öneri de benden.
Saydığım ve unuttuğum bu isimlerden yaşayanlar mutlak olimpiyatlara davet edilmeli. Ağırlanmalı, onurlandırılmalılar.
Türk sporunun yokluklar içindeki bu “öncü kahramanları”na gösterilecek saygı ve vefa;
Gelecek kuşaklara örnek olur.
İKİNCİ YAZI:
(Dönüyoruz donuk ve soğuk gündeme)
Çok zorlu bir soru
MİT eski Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş, Aslı Aydıntaşbaş’a çok önemli bir ipucu veriyor.
Diyor ki:
“KCK operasyonları içerisinde MİT’in haber elemanlarının olduğu iddiası var. Bu olay istihbaratın bilinmediğini gösterir. MİT’in haber elemanları devlet kadrosu içinde devlet memurları değil, KCK içinde çalışmakta iken PKK üyesi olan şahıslardan yararlanma imkanıdır.”
Ve devam ediyor:
“Bunlar MİT mensubu ya da devlet memuru değil. Örgüt üyesiyken bu işin çözümlenmesinde karar veren ya da yardımcı olan ya da bilgi veren, ama örgüt faaliyetlerini de devam ettiren insanlar. Teşkilat böyle bir haber alma ağını kurmuşsa bu alkışlanmalıdır.”
Öneş sonrasında şu uyarıyı da yapıyor:
“Eğer bu görev sırasında yasadışı işler olduysa ,bu da Başbakan’a bildirilmelidir. Yoksa birçok hayat tehlikeye girebilir.”
Tecrübeli MİT yöneticisinin bu sözleri bana aksiyon ya da casus filmlerindeki en kritik sahneyi ve soruyu hatırlattı.
Casus filmlerinin klasik sahnesi şudur:
- Polis ya da CIA bir örgütün içine sızar. Mafya ya da diyelim ki; El Kaide...
O örgütten bir kişiyle bağlantı kurulur. Ve istihbarat ondan haber almaya başlar. Yani ajanlaştırır.
Robert Redford-Brad Pitt’in ikilisinin “casus oyunu” ya da Al Pacino’dan DiCaprio’ya, çevrilmiş “köstebek” filmleri, “devlet oyunu”, “bakış açısı”, gibi derin analizler bu tür senaryolardır.
O klasik sahneye gelirsek;
Seyirci oturduğu koltukta gerilir kalır.
Malum sahne şudur:
Örgütün en kuşkucu yöneticisi, CIA’ya bilgi sızdıran elemanın eline silahı verir ve bir polisi öldürmesini ister. Ya da bir baskında onun ateş edip etmediğine bakar.
Bir ihtimale göre CIA ajanı tetiği çeker.
Ama bilgi vermeye de devam eder. En kıymetli bilgi gelene kadar istihbarat örgütü bekler.
Belki de Usame Bin Ladin böyle yakalanmıştır. O yakalanana kadar kim bilir kaç baskında o eleman görev almıştır.
Soruya gelince;
Bu kişi yakalandığında suçlu mudur değil midir?
Zor soru değil mi?
Sanıyorum Cevat Öneş’in anlatmak istediği de budur.
ÜÇÜNCÜ YAZI:
Onun şarkısı aslında halk çocuklarının ‘mi sesi’dir
SABAH saat 07.30.
Telefon çaldı...
Dipdiri bir ses:
- Fatih, yarını bekleyemedim! Bir yazı yazdım Whitney Houston’un arkasından.
Ertuğrul Özkök’ün bu refleksine her zaman hayran kaldım.
Sabahın köründe kalkmış yazmış. Tam internet dünyası için aradığım “yazar saat” tipi bu.
“Çalar saat” gibi yani...
“Saatli maarif takvimi” değil de “Yazarlı maarif takvimi” gibi.
Yazı da müthişti.
İki defa okuyunca hurriyet.com.tr’nin birinci manşeti gözüme batmaya başladı.
Dünden beri devam eden bir haber:
“MİT yöneticilerini şüpheli ilan eden savcıya el çektirildi!”
Oysa insanlar sabahın erken saatlerinden itibaren Whitney’i okuyordu.
Dün bitmişti.
Ve bugün, bu saat, o an, dünyayı Whitney’in ölümü kaplamıştı.
Obama susmuş. Sarkozy iç siyasetle bilediği tırnaklarını geri çekmişti. Clinton, Roney sessizdi.
Ruhlarımızdaki “hüzünlü aşk bayrakları” çoktan yarıya inmişti.
Ve çok iyi biliyordum ki;
Seçimlere giden ABD’de;
Birbirleriyle kıran kırana yarışan siyasetçiler, onun cenaze töreninde; saygıyla bir araya gelecekler.
Neden mi?
Özkök kıskandıracak kadar güzel yazdı:
“I will always love you” şarkısıyla Mozart’ın resmi ölüm marşına, halk çocuklarının, sokak çocuklarının gayrı resmi, illegal ağıtını ikame etmişse...
Hangi ben; hangi birimiz; hangi taze bir mezar yarını bekleyebilir ki...”
Evet sokak çocuklarının ölüm marşıdır bu ses.
Yani resmi devlet törenlerindeki “ti borusu”na karşı;
Halk çocuklarının illegal ölümlerindeki “mi” (Ben) sesidir o..
Paylaş