Paylaş
“Bunları daha önce gördük” anlamına gelecek kuşkulu ifadeler kullanıyor. Aslında Arınç’ın kuşkusunu artıran sözü var:
“Albay bir kağıdı yutmuş.”
Kendisine karşı suikast iddiaları üzerine söylemişti bu sözü. Ankara Emniyet Müdürü’nden bilgi aldıktan sonra yani...
Ama sonradan böyle olmadığı anlaşıldı. O bilgi sonradan asker tarafından yalanlandı.
Peki bu gerçek olmayan bilgiyi Arınç’a kim verdi?
Belli ki Arınç’ta kuşkulanmasını sağlayacak bilgiler var. Acaba diyorum, polis istihbaratı hâkimi takip mi ediyordu. Yani hâkimin takip edilmesini önleyecek ya da belirleyecek bir polis istihbaratı mı vardı hâkimin peşinde. Ve askeri araçlar öyle mi durduruldu?
Evet Arınç inanmadığına göre bir şeyler ya da farklı bilgiler var.
Ve bütün bunlar gösteriyor ki;
Ankara bir “gerilim filmi”nin dekoru olmaya devam ediyor...
İKİNCİ YAZI
Bir paranoyak bir manyağa çete kurdurtacak sonunda
KİMSENİN AKLINA BU SORULAR GELMEZ Mİ - Web TV
SON olay gösterdi ki, Ankara’da durum vahim...
Kozmik oda soruşturmasını yürüten hâkimin ihbarı üzerine polis bir askeri aracı durdurdu.
İçinden teknisyenler, marangozlar, aşçılar çıktı...
Belli ki, hâkim “şüpheleniyor...”
Bu doğal...
Peki şüphelendiği araçlardan asker çıkması doğal mı?
Çıkan askerlerin aşçı, marangoz, elektrikçi çıkması doğal mı?
Diyelim ki bu da doğal...
Ama ortada doğal olmayan feci bir durum var...
O da şu: Polis devamlı askeri yakalıyor. Bir şekilde gözaltına alıyor.Askerler intihar ediyor...
Ve Genelkurmay Başkanı “TSK’ya karşı psikolojik savaş açıldı” diyor.
Dünyanın hangi ülkesinde böyle bir şey gördünüz...
Demokrasiyle yönetilen hangi ülkede bir genelkurmay başkanı, savaş gemisinde basın toplantısı yapıp “Bize karşı savaş açıldı” der. Türk ordusuna karşı kim savaş açtı? Bu sorulmaz mı... Tepki gösterilmez mi...
İşte bu ülkenin ordusunun başındaki komutan “Savaş ilan edildi” diyor...
Peki “Paşam düşmanımız kim?” diye soran yok mu? Savaş açan bu gizli düşman kimdir. Açıklayın denmez mi? Mesela Milli Güvenlik Kurulu’nda
Cumhurbaşkanı sormaz mı;
* Sayın komutan savaşa mı girdik? Kimle savaşıyoruz?
İşte bu sorulmadığı için bir başka soru daha derin bir şekilde büyüyor...
O da şudur:“Kendisine karşı savaş ilan edildiğini en üst düzeyde halka duyuran bir ordu ne yapar?”
Evet ne yapar savaşa giren bir ordu: Siper kazar, tahkimat yapar, istihbarat yapar. Karşısında düşman varmış gibi hareket eder.
Acaba diyorum;
Askerlerin sivil alanda istihbarat yapmaya başlaması bundan mıdır?
Eğer böyleyse demokrasi açısından daha da vahim bir durumla karşı karşıyayız. Bu durumda kim inanır aşçıya, marangoza. Ya da tam tersindeki iddialara...
İşte bu yüzden diyorum ki; Kozmik odadan en gizli karargahına kadar adalet neyse bir an önce işlesin. Yoksa millet olarak paranoyanın kör kuyusunda sıkışıp kalacağız.
Ve bu yüzden diyorum ki; İşte İtalya, Gladio’yu bulup çıkarttı. Çürükleri ayırdı. Bu nedenle eğer bir çete varsa biz de bulup çıkartalım.
Ama eğer yoksa: Bu paranoyak gündem yüzünden, kendini bilmez birileri olmayan çeteleri kurup başımıza bela olacak...
Bir paranoyak, bir manyağa çete kurdurtacak sonunda. Kimsede inanç kalmayacak.
Herkes arkasına bakarak yaşayacak. Kimse önünü göremeyecek.
İşte ben bundan korkarım.
ÜÇÜNCÜ YAZI
Tehlikeli bir gelişme
AHMET Türk, evini kiralayamadı. Eşyaları kapıdan döndü. Çünkü ev sahibine komşular baskı yaptı. O da DTP’nin eski genel başkanına evini kiralamaktan vazgeçti. Belki korktu. Belki de “Bana dokunmasınlar” dedi... Neresinden bakarsanız bakın vahim bir olaydır bu. İnsanlara, inançları, siyasi düşünceleri nedeniyle böyle bir baskı başlarsa bunun sonu tehlikeli bir kamplaşmadır. Hem diyoruz ki, silahı bırakın. Siyaset yapın. Türkiye partisi olun. Hem de bunu yapıyoruz. Ev vermiyoruz. Aynı yerde oturmuyoruz. Mahalleleri ayırıyoruz.
Yapmayın, yapmayalım. Farklılıklarımızı bir zenginliğe dönüştürmek yerine kurutmayalım. Bin yıllık kardeşliği yıkmayalım...
DÖRDÜNCÜ YAZI
1 milyar doların üstündeki otobüs garajı
TÜRKİYE ’nin ilk beşine girebilecek bir işadamı...
Sohbet sırasında diyor ki; “Türkiye kendi zenginliklerini kurutmasa öyle bir parlayacak ki...”
* Nasıl yani?
* Bakın dağlarından ovalarına bu kadar yüksekten dökülen akarsuları var. Oralarda enerji yatıyor. Ama ne kadarını kullanabiliyoruz. Hâlâ enerjiyi dışarıdan alacak haldeyiz.
Devam ediyor:
* İşte Levent’teki otobüs garajı... Adam 1 milyar dolar veriyordu. İtirazlar oldu. Mimarlar odası hayır dedi. Davalar açıldı. Sonuçta ne oldu. Devletin kasasına gerecek 1 milyar dolar uçtu. Şimdi 1 milyar doların üzerinde bir otobüs garajı duruyor. O parayı veren var mı artık. Bulamazsınız... Gerçekten de böyle bakınca kendi zenginliğini kurutan bir ülke olarak görünüyor Türkiye...
Her şeye itiraz eden bir grup var.
* AKM’nin üzerine şık bir bar ve lokanta açamazsın...
* Otobüs garajını 1 milyar dolara satamazsın. Oraya modern bir bina yapamazsın.
- Galataport’u yapamazsın. O “kıyı mezbeleliği” öylece kalır... Yolcu gemileri gelir. Turistler bu iğrençliğe inerler. İstanbul’a yakışmayan o görüntü devam eder.
Gerçekten de böyle bakınca soru daha da netleşiyor:
* 1 milyar doların üzerinde ne var?
Raşitik bir mimari var. Egzozlarından pis dumanlar çıkartarak 1 milyar doların üzerinde dolaşan otobüsler var.
Yakışıyor mu bize?
BEŞİNCİ YAZI
Gerçek demokrasi için 2010’dan beklediklerim
2010 çok önemli bir yıl..
Çünkü 2011’de genel seçim var. Sonra Cumhurbaşkanlığı seçimi...
Yani yepyeni bir siyasi ortama açılıyor 2010 yılı... Bu nedenle tek başına iktidarın son yılıdır... Seçimlerde ne olacağı belli olmaz. Koalisyonlar dönemi başlayabilir... Bu nedenle üç önemli şeyin kolayca yapılabileceği bir yıl 2010 bekliyorum... Gerçek demokrasi için üç temel değişiklik istiyorum...
1- SİYASİ PARTİLER YASASININ DEĞİŞMESİ
Eğer gerçek bir demokrasi istiyorsak liderlerin iki dudağı arasındaki siyasi parti yapısının değişmesi gerekiyor. Bugünkü durum şu:
Liderleri genel kongrelerde illerden gelen delegeler seçiyor. Delegeleri o illerin parti yönetimleri. İllerin parti yönetimlerini de genel merkez belirliyor...
Yani lider kadrosu..
Bu durumda liderler il yönetimlerini belirliyor. İl yönetimleri delegeleri seçiyor. O delegeler de yine o lideri seçiyor. Böylece ne yaparsanız yapın eğer istemezse o lider değişmiyor. Ve o lider milletvekili listelerini yapıyor. Böylece yasama faaliyeti el kaldırma indirme salonu haline geliyor.
Muhalefet muhalefetini oynuyor. İktidar iktidarı oynuyor...
Lider seçim de kaybetse, hata da yapsa değiştirilemiyor. Kendi belirlediği delegeler yine onu seçiyor.
İşte bu nedenle halkın seçebildiği partiler dönemi için, gerçek demokrasi için siyasi partiler yasasının değişmesi gerekiyor..
2- DOKUNULMAZLIKLARIN KALDIRILMASI
Kürsü dokunulmazlığı hariç milletvekillerinin dokunulmazlıkları bir an önce kaldırılmalıdır. Tabii bürokratların da... Ve parti kapatma yeniden düzenlenmeli.
3- YARGIDA BAĞIMSIZLIK
AB standartlarına göre Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na Adalet Bakanı ve Müsteşarı katılmamalı. Bu kuruldan çıkmaları gerekiyor. Yargıya siyaset bulaşmaması için bu gerekli.
Açılımlar tamamlanmalı
2010 yılında üç açılım mutlaka tamamlanmalı...
Hükümet 3 önemli adımı birden attı. Üçü de Türkiye için çok gerekliydi. Yıllarca halının altına süpürüldüğü için “tozlanmış bir tümör gibi” ruhumuzu kemiren üç mesele..
1- DEMOKRATİK AÇILIM
Kürt meselesi... Bu konudaki açılım devam etmeli. PKK’nın silah bırakması sağlanmalı. Bir türlü PKK’nın etkisinden kurtulup sivilleşemeyen DTP’nin yerine gelen BDP sivilleşebilirse.... Açılım rahatlayacaktır.
2- ERMENİ MESELESİ
Hükümetin Ermenistan’la protokol imzalaması çok önemli bir atılımdı. Sürekli bir “kambur” olarak üzerimize yüklenen bu mesele için Türkiye dünyaya karşı çok önemli bir jest yaptı. Ancak TBMM’de onaylanması gecikiyor. Çünkü Ermenistan Karabağ’dan çekilmek için adım atmıyor. Bu da protokolün önünü tıkıyor...
3- KIBRIS’TA ÇÖZÜM
Devlet Bakanı Egemen Bağış açık açık söylüyor: “Nisana kadar bir çözüm olmazsa. Bundan sonrası çok zor.”
Çünkü nisanda seçim var. Ve anlaşma olmazsa Mehmet Ali Talat’ın kazanması çok zor. Yerine gelecek zihniyetin de anlaşmaya oturma ihtimali zayıf... Eğer Kıbrıs meselesi çözülmezse Türkiye’nin AB yolculuğu imkansıza döner...
Evet 2010 tek başına iktidar döneminin belki de en kritik yılıdır.
Bu nedenle beklentilerin en yoğun olduğu yıl...
Paylaş