BAŞKAN elini arkasındaki duvara götürüp, “İşte burada buldular dinleme cihazını” dedi.
- E ne oldu sonra? - Bırakın kalsın dedim... 7 yıldır orada. Ama bu soruşturmadaki sorulardan anladık ki çalışıyor hâlâ. İzmir Temsilcimiz Deniz Sipahi ile Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’nun odasındayız. Konu belediyeye yapılan polis operasyonuna geliyor. Bir ara; “Nasıl oldu bu? Ne tür deliller var?” diye soruyorum. Başkan gülüyor: “En komiği nedir biliyor musunuz? Belli ki bizi dinlemişler. Gözaltına alınan arkadaşlara sorulan bazı sorulardan çıkartıyorum bunu. Mesela İzmir’de önemli bir mimari proje vardı. Mimar Emre Arolat’a vermek istedik. Ama ihale kanunu buna engeldi. Hukuk dışı bir iş olmadan Arolat bu projeyi yapsın istiyorduk. Günlerce odamda bu konuyu tartıştık. Ama bir çözüm bulamadık. Arolat’a da veremedik.” - Sonra ne oldu? - Baktık ki, şimdi gözaltına alınan arkadaşlarımıza, ‘Emre Arolat’a verdiğiniz iş nedir?’ diye soruyorlar. Ortada verilmiş bir iş olmadığına ve evraklarda da böyle bir kayıt bulunmadığına göre nereden biliyorlar? Odamı dinlemişler diye düşündüm... Deniz soruyor: - Peki odada bir arama yaptırtmadınız mı? Kocaoğlu bizi şaşırtan bir cevap veriyor: “7 yıl önce makam odamda dinleme cihazı araması yaptırttım (eliyle arkasındaki duvarı gösteriyor), arkadaşlar şurada buldular. Dokunmayın dedim. Kaldırsanız ne olacak. Bu defa başka birini koyarlar. Bizim her şeyimiz açık. Bırakın dinlesinler kardeşim. En fazla küfürlerimizi duyarlar.” Aziz Kocaoğlu’nun anlattığı bu olay basit bir olay değildir. Mutlaka araştırılması gerekir. Deniz Baykal’ın bir kasetle genel başkanlıktan gittiği, MHP yönetiminin gizli kameralarla devrildiği bir dönemde Kocaoğlu’nun bu sözleri bende keskin bir soruyu ayaklandırdı. - Kim bilir daha kimler dinlendi, kamera tuzakları kuruldu. Ancak bir şey bulunamadı. Bulunanlar için de “sırası geldiğinde” denilerek o “karanlık arşiv”e bırakıldı. Ne acı bir dönemdir bu. Ne utanç verici bir takvim. Nasıl bir siyasi bataklıktır bu?
İKİNCİ YAZI
Aslında nerdesiniz?
KORKU filmi bitiyor. Gözlerimizi ovuşturarak salondan çıkıyoruz. Tam dışarıda derin bir nefes alacağız ki; Aniden farkına varıyoruz: Seyirci koltuğu filan yok. Perde falan da yok. O korku filminin içindeyiz aslında. Sonu gelmeyen bir sahnesine sıkışıp kalmışız. Oyuncusuyuz, figüranıyız. Karanlıkta çığlık atanıyız. Bitmiyor film. “Son” yok. “The End” yok. “Fin” yok. Sarılmışız. Kuşatılmışız. O habis ruh, bir bataklık kafasıyla çevirmiş bizi. Üzerimizde. Yanımızda, arkamızda, ev içlerimizde... Efekti; pis kokulu bir nefes sesi. Hırıltılı bir genizle izliyor bizi. Dün peş peşe gelen istifaları duyunca böyle bir film karesine hapsoldum. Bağırdım: “Kimsiniz siz?” Ama sesim çıkmadı. Haykırdım: “Kim bu kamera çetesi?” Duyulmadı. Ama artık çok iyi biliyorum ki; bu film Baykal’a yapılan kaset suikastıyla birleşince MHP’den ibaret değildir. Yaygındır. Sahnesi, dekoru geniştir. MHP yönetiminin ev içlerine kurulan tuzaklar, kameralar, cam gibi çekimler, bu operasyonun öyle tabandan gelen muhalif ve öfkeli bir tayfanın işi olmadığını anlatıyor. Profesyonel bir süpürmedir bu. Senaryosu yılan dilinden, figüranları mahcup, kirli ve müptezel. Tabii bir de büyüyen soru var öteki tarafta: “Kardeşim madem Türkiye’yi ahlaklı yönetmeye talip oldun. Türkiye tehdit altında iddiasıyla siyasi seferberlik ilan ettin. E niye tutamadın kendini? Şehvetin iksirine kapıldın. Kendini de, partini de rezil ettin?” Mesele bu sorudan ibaret değildir ki. Sorunun cevabı kişiseldir.. Ama bu kasetli suikast kişisel değildir. Herkesi ve en önemlisi demokrasiyi ilgilendirecek derecede kurumsaldır. Bu “siyasi soykırım”ın, bu “belaltı depremi”nin çekildiği filmin stüdyoları MHP yönetiminden ibaret değildir. Türkiye çapındadır. Ve hiçbir dönemde özel hayatlar böylesine delik deşik olmamıştır. Hiçbir dönemde siyaset böylesine yara almamıştır. Bu yüzden uykudakileri dürtüyorum: - Hey sen! Tam burdasın işte. İyi bak. - Sen kendini hâlâ koltuktaki seyirci zannediyorsun. - Oysa sen o korku filminin içinde; - Çığlık çığlığa uyumaktasın.
ÜÇÜNCÜ YAZI
Elim başka bir yazıya gitmiyor
BUGÜN başka bir konuya geçemiyorum. Elim gitmiyor. Hangi harfe bassam ekrana aynı soru çıkıyor: - Nedir bu “belaltı suikastı”? Hangi konuya yönelsem yine o soru: - Bu ülkede siyaseti kasetlerle, böceklerle, dinleme cihazlarıyla yönlendiren, şekillendiren karanlık örgüt kimdir? - CHP Genel Başkanı’nı kasetle çizeceksin. Meclis’te grubu bulunan bir partinin üst yönetiminin tamamını gizlice izleyeceksin. Gittiği evlerin her odasını gizli kameralarla donatacaksın. Nedir bu güç? Dünyanın hangi ülkesinde böyle bir olay ortaya çıksa, o ülkenin nutku tutulur. Bütün “siyasi trafoları” atar. Seferberlik ilan edilir. Hiçbir kampa, hiçbir siyasi partiye bağlanmadan insanlık ve demokrasi adına sorarlar: - Kimsiniz siz kardeşim? Bu olay artık bir devlet meselesidir ve Cumhurbaşkanı’nı doğrudan ilgilendirmektedir. Milli Güvenlik Kurulu’nda ele alınmalıdır. Bu olayın dış bağlantısı var mıdır? MİT bu konuda ne yapmaktadır? Merak ediyoruz: - Ne oluyor bu yalnız ve güzel ülkemizde?
DÖRDÜNCÜ YAZI
Cihan Paçacı
CİHAN Paçacı aradı. NTV’de yaptığım konuşma için teşekkür etti. Sesi bitkindi. Hiçbir şey diyemedim. Sustuk. O da fazla konuşamadı. Suskunluğu o kadar yüksek sesli bir üzüntüydü ki... Cihan Paçacı MHP siyaseti için önemli bir isimdi. Şehit cenazelerinin meydanları barut fıçısına çevirdiği günlerde... Halkın öfkesini kusacak yer aradığı saatlerde. Genel Sekreter Cihan Paçacı, MHP Genel Merkezi’nden bütün illerdeki Ülkü Ocakları’na bir genelge göndermişti: - Hiçbir ülkücü kesinlikle tahrik yaratmayacak, tahriklere kapılmayacak. Cenaze törenleri, intikam yeminleri içilen propaganda toplantılarına dönüştürülmeyecek... O günlerde çok önemli bir tavırdı bu. Hâlâ da önemlidir. Çünkü hâlâ bu toplum karanlığa gömülmüş mayınların üzerinde durmaktadır. Cihan Paçacı, bulunduğu siyasi hareketin bütün “ateşli yapısı”na rağmen itidalli olmayı öne çıkartan bir siyasetçidir. (Siyasetçiydi mi demem gerekiyor?) İstifa etmek zorunda kalması, siyasetin normalleşmesi açısından iyi olmamıştır.
BEŞİNCİ YAZI
İçişleri Bakanı’na doğrudan bir soru
BİR partinin üst yönetimini, milletvekillerini gizlice takip etmek bu kadar kolay mıdır? - Hem de bütün bir başkanlık divanı üyelerini? - Bu kişilerin gittiği evlere ne zaman gidecekleri önceden nasıl bilinebilir? - Ve gelmeden önce o evlerin her odasına dijital kamera nasıl yerleştirilebilir? - Bu çapta bir organizasyonu devletin istihbarat birimleri fark etmez mi? Bu sorular kamuoyunun vicdanında yükseliyor. Devletin daha fazla yara almaması için, töhmet altında kalmaması için, Devlet Bakanı Hayati Yazıcı’ya o tuzağı kuran kişinin anında yakalanması gibi bu “kamera çetesi”nin de yakalanması gerekir.