Paylaş
Göğüslerinde ay yıldız.
Bağıra bağıra İstiklal Marşı’nı söylüyorlar.
Kuzey Çekirge, Cemal Demirci, Emir Erben ve Yankı Erel.
11 yaşındalar ve teniste Türkiye’yi temsil ediyorlar.
Trabzon’da o çocukları öyle görünce Cemal’in babası Ufuk benden, ben Emir’in annesi Ebru Hanım’dan gözlerimizi kaçırdık.
Çünkü;
Gözyaşının kalbe en yakın olduğu yerdeydik.
Bu bayrağın tüm çocuklarını, annelerini, babalarını kucaklıyorum.
Onlar;
Kalpten gözyaşına doğru akan o heyecanı anlarlar.
Selam olsun!
İKİNCİ YAZI:
İstanbul’u kravatsız dinlemek
PERŞEMBE akşamı kravatları attık. 360 derece bir İstanbul seyrettik.
Gördük ki;
İstanbul’un bilinen siluetinden öte, bir başka silueti daha var.
Gece yarısı silueti...
500 yıllık dünya başkentinin Topkapı Sarayı’ndan Sultan Ahmet Camii’ne uzanan o mistik ve kutsal görüntüsünün öteki yakasında;
Işıklandırılmış gökdelenlerin geceye ve gökyüzüne çizdiği o led tablo.
Neonların o tahrikkâr ve parıltılı silueti...
Saat 19.00.
Büyükdere Caddesi’nden Beşiktaş’a doğru tıkanmış trafikte, araba farları bir fener alayı gibi.
Yollardaki çile saatleri.
Hepimizin yaşadığı o “eve gitme kuyrukları”.
İşte tam o saatte Belediye Başkanı Kadir Topbaş’la kravatları çıkartıp, İstanbul’a baktık.
Öyle basın toplantılarından, hazırlanmış resmi raporlardan, sürekli olarak “şunu yaptık bunu yaptık” diyen bol istatistikli grafiklerden uzakta;
Bir ev ortamında, bu şehrin yaşayanları olarak konuştuk.
Enis Berberoğlu, Sedat Ergin, Uğur Cebeci, Eyüp Can ve başkanın danışmanı Faruk Yanardağ.
Uğur Cebeci, şehrin yangın riskini sorguladı.
Sedat, Cemal Reşit Rey Salonu’nda konser trafiğinin zayıfladığını anlattı.
Enis, deprem meselesini açtı.
Eyüp Can, şehrin borç durumunu, yatırım potansiyelini sorguladı.
Uzun ve sahici bir sohbetti. Başkan teker teker anlattı.
Ama öyle bir savunma psikolojisiyle değil. Mesela hepimizin içindeki o trafik çilesi için şöyle dedi:
“Dünyanın hiçbir kalabalık metropolünde mesai saatinde trafiği tümden çözemezsiniz. Biz de çözemeyiz. Olsa olsa rahatlatabiliriz!”
Başkan bunu anlatırken gerçekten yollardaki görüntü felaketti.
Ve anladık ki;
Her yıl 200 bin doğum yaşanan, inanılmaz bir göç alan İstanbul’un ulaşım alt yapısı yeterli olmayacak.
Nasıl olsun?
Mesela Büyükdere Caddesi’ne üst üste gökdelenler yapılıyor, alışveriş merkezleri kuruluyor.
Tam bir finans ve iş merkezi haline geliyor. Ama yollar aynı darlıkta.
Topbaş, Büyükdere Caddesi için önemli bir projeyi açıklıyor:
“Kararı çıkarttık. Zincirlikuyu’dan tem kavşağına kadar Büyükdere Caddesi’ni yaya yolu yapacağız. Trafik alttan işleyecek.”
Bu defa ben; Barcelona’dan bir örnek veriyorum:
“Şehrin limanında, marinalarında çocuklar yelken yapabiliyor. Denize giriliyor. İstanbul’un hakkı yok mu buna?”
Topbaş cevap veriyor:
- Öyle bir filtreleme altyapısı kuruyoruz ki; çok kısa bir zamanda İstanbullu da denize girebilecek!
“Çok kısa zaman” nedir bilemiyorum ama anladığım kadarıyla 2013 gibi gözüküyor.
Cemal Reşit Rey’deki konser trafiği için de Sedat’ın, “sıkıntı var” sözüne Kadir Topbaş sahici bir cevap veriyor:
“Ben bilmiyordum. Faruk Bey, (danışmanı) lütfen inceletir misiniz?”
Saatler geçerken yavaş yavaş trafik gevşiyor. İstanbul’un gece yarısı silueti, aynanın karşısına geçen bir kadının en sevdiği dekoltesine taktığı mücevherler gibi parlıyor.
İşte o zaman hepimiz aynı şeyi söylüyoruz:
- Çok sıkıntısı var. Çok hatası oluyor. Bizi zorluyor. Meşakkati, derdi çok. Korna gürültüsünden bozuk kaldırımlarına, tıkanmış yollarından köprü çilesine kadar sinir uçlarımızda bir işkence gibi ama;
Seviyoruz arkadaş biz bu şehri.
Seviyoruz ama;
1453’te içeri girdik. Yüzyıllar geçti hala doymadık. Girdikçe giriyoruz. Göçtükçe göçüyoruz.
Gecekondularla, arazi mafyasıyla, kıyı doldurarak; imar bozarak, arazi kapatarak, yeşil alanları imara açarak;
1453’ten beri doymadık;
Hâlâ işgal ediyoruz.
ÜÇÜNCÜ YAZI:
Bravo Emin Sazak
İDRİS Yamantürk’ün sahneye çıkışını görünce çok gerilere gittim.
Salonda birkaç adım ötede Yamantürk’ün sahneye çıkışını izleyen Cumhurbaşkanı Gül’e baktım.
Şakaklarına doğru hafiften saçları ağarmış..
Ama o günlerde gencecik bir devlet bakanıydı.
Rahmetli Erbakan, Başbakan’dı.
O dönemin rahmetli başkanı Kadir Sever, Libya’da iş yapan müteahhitlerin alacaklarını tahsil için Erbakan’dan destek istiyordu.
Erbakan Libya’ya giderken bizi de davet etmişti. Meşhur çadır olayını öyle yaşamıştık.
Kaddafi’nin saçmaladığı o anı unutamam.
İşte Türk müteahhitliği böylesine zorlu bir yoldan geliyordu. Mahalle aralarındaki “yapsatçılık”tan dünya çapındaki ihalelere.
Gül, o gece dedi ki:
“Moskova’da dalgalanan Türk bayrakları bizim oradaki temsilciliklerimizdir. Onlar müteahhitlerdir.”
Ama benim asıl ilgimi çeken 60’ıncı yıl nedeniyle hayatta olan tüm başkanların oraya çağrılmasıydı.
Yamantürk’ten Nurettin Koçak’a, Nihat Özdemir’den Erdal Eren’e bir “meşakkat takvimi”.
Neden mi meşakkat takvimi?
Çünkü yurtdışı müteahhitliği tam bir savaş alanıdır. Ve çoğunu yakından tanıdığım insanlar birer sessiz “yatırımcı cephe kahramanı”dır.
Kahramanlık yalnızca askeri cephede olmaz. Sivil cephelerde hiç bilemediğimiz zorlu savaşların sivil kahramanları da vardır.
Onları böylesine onurlandırdığı için Emin Sazak’ı kutlarım.
DÖRDÜNCÜ YAZI:
Bu restleşme nereye gidecek
HÜKÜMET’le BDP arasında inanılmaz bir restleşme yaşanıyor.
Ve bu restleşme öyle bir noktaya geliyor ki;
En mutedil ve makul bulduğumuz Ahmet Türk bile; keskinleşiyor:
“Biz bu hükümeti hiç tanımıyoruz!”
Parti Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, açık açık suçluyor.
Öteki yandan gözaltılar, KCK operasyonları büyük bir hızla sürüyor.
Belli ki hükümet de artık BDP’yi PKK’nın denetiminde ve güdümünde örtülü bir siyasi hareket olarak değerlendiriyor.
Peki bu durumda BDP’nin Meclis’teki fonksiyonu nasıl adlandırılacak?
Ve en önemlisi;
Türkiye ilk kez bir sivil anayasa fırsatı yakalamışken bu restleşmeyle nereye kadar gidilebilecek?
Görünen şudur;
Meclis’te bir mutabakat olmadan bir “sivil anayasa” ihtimali mümkün değildir.
Bu restleşme ve kopma da sivil anayasa umutlarını her geçen gün zayıflatmaktadır.
Paylaş