Paylaş
“Bekle” der Ali Özgentürk, “Acele etmeyelim. Tam zamanında çalalım.”
Ve sonra...
Gecenin kendine kapandığı saatlerde...
Sanki bilinmeyen bir halkın ya da kavmin, belki de gizli bir aşk örgütünün azgın marşı gibi, ruhumuzu hazır ola geçirip dinleriz.
“Ne olur ölmeden öldürme beni...”
İzmir Medical Park Hastanesi’ndeki odasına girince geçti içimden...
“Ne olur ölmeden öldürme bizi.”
Bitkindi... Yorgundu... Ama yine de bir tek cümleyle, o müthiş ruhunu gösterdi bana.
Dedim ki:
- Çok kişinin selamı var size. Bir dakika görmek istedim. O kadar çok değerlisin ki bizim için...
Doğrulmaya çalıştı. Olmadı. Denedi, olmadı. Elimi uzattım.
Ne denir böyle bir durumda bilemedim.
Tekrar, “Çok değerlisiniz” diyebildim.
Kısık bir sesle konuşmaya çalıştı:
“Değer olan değer verir. Bana verdiğiniz sizin değeriniz...”
Konuşamadı sonra...
Cazın o bozlak sesi öyle susunca...
Dayanamadım.
İçimde bir hüsran fırtınası, hüzün ve utanma refleksiyle sordum:
Nasıl bir kültürdür bu.
Nasıl bir tevazu ve doygunluk...
Yunus’tan Mevlânâ’dan taşan bir Anadolu ruhu.
Kendisini kötü hissedince, “Beni İzmir’e götürün” demiş...
Şimdi hastanedeki odasında ona bakıyorum.
Susuyoruz. Susuyoruz... Susuyoruz...
Çıkıyorum dışarı..
O akşam Topçu’da yerken, bir müziğin sesine kapılıyorum.
Bir türkü bar. Kalan Müzik...
Giriyorum içeri...
Kısa bir sohbet.
Diyorum ki:
“Arkadaşlar, o burada. İzmir’de bir hastane odasında.
Yorgun, bitkin ama yine gözleri dünya gibi.
Hadi ona şifa türküleri söyleyelim...”
İçimizdeki yangın ses için... Cazın bozlak ritmi için...
Neşet Ertaş için.
Bugüne kadar o hep bizim için söyledi.
Gelin şimdi hep birlikte biz de ona şifa türküleri söyleyelim.
Paylaş