Nasıl mı?
Önceki gün bir gazeteci dostum aradı...
Diyor ki:
“Deniz Bey senden şikayetçi. O anketler (Kılıçdaroğlu’nun açık ara önde çıktığı 500 bin kişilik anket) ve yazılarla ne yapmak istiyor diyor. Rahatsız. Şikayetçi...”
Aslında meslektaşımın aktardığı bu sözler benim için yeterli...
Çünkü bu şikayet tam bir dönüş mesajıdır...
Zaten gazeteci dostum da yaptığı konuşmadan sonra “Baykal dönecek” diye yazdı...
Bu da gösteriyor ki;
- Eğer çok ters bir durum olmazsa, salı günü yapılacak il başkanları toplantısından sonra Baykal yeniden aday...
Ya da;
- Kısa süreli bir emanetçi seçilir. Sonra olağanüstü kurultayla Baykal yeniden genel başkan olur...
Sonuçta:
- Deniz Baykal bu genel seçimlere mutlaka partinin başında girer...
GANDİ NEDEN ADAY OLAMIYOR?Kızıyorsunuz ama Kılıçdaroğlu da bu nedenle adaylığını koyamıyor.
Önder Sav’la yaptığı görüşmede de netlik oluşmayınca salı günü yapılacak il başkanları toplantısı belirleyici oluyor.
O il başkanları da “Deniz Baykal”da birleşince geri dönüş tamamlanıyor.
Bu yüzden Gandi aday olamıyor...
Zaten Baykal istemeden kimse aday olamayacağına göre, demek ki bu partide Baykal’dan başka lider adayı yok...
Ya da;
Partide öyle bir delege yapısı var ki;
Baykal ve Sav onay vermeden kimse aday olamıyor.
Yani her şey 1200 delegenin elinde...
Ya da;
1200 delegeyi seçen Baykal’ın dudaklarının arasında...
İşte budur siyaseti halktan kopartan gerçek...
Budur mecburi demokrasi... Bu yüzden siyasi partiler yasası değişmediği sürece, tam demokrasi olamıyor...
Bunun için liderleri halk değil, genel merkezdeki bir avuç delege simsarı seçiyor...
Bunun için milletvekillerini millet değil, lider seçiyor. O nedenle milletin vekili değil “lidervekili” oluyor...
O nedenle “Yüce Meclis” aslında “lidermeclis”i oluyor... İşte bu gerçeklerin gözlüğünden bakınca ortaya şu manzara çıkıyor:
Milletvekilinin Meclis’teki durumu şudur:
Kaldırın ellerinizi...
İndirin ellerinizi...
Halkın meclis dışındaki durumu ise yalnızca şudur:
ELLER YUKARI!
Bir kuşağın ölümü
BİR yakınımın kızı bir sol partinin merkezine gidiyor.
Orada gençlerle sohbet var.
Bir ara konu benden açılıyor.
Bir genç sosyalist şöyle diyor:
“
Fatih Çekirge bizi yazamaz. Yazarsa işinden olur...”
Bu söz beni çok etkiledi...
Acaba neden böyle düşünür o solcu ya da sosyalist genç?
Nedir onda bunu yaratan?
Oysa ben Hürriyet Gazetesi’nde inanılmaz bir özgürlükle yazıyorum...
Örneğin hurriyet.com.tr’de inanılmaz bir özgürlük var. Hakaret olmadığı sürece dileyen dilediği yorumu yapabiliyor...
Peki nereden geliyor bu bakış?
Bende bir cevap var... Bakalım sizce doğru mu?
Bu eylül ayında oylayacağımız 12 Eylül 1980 sonrası bizim kuşağın üzerinden öyle bir silindir geçti ki;
Evler basıldı. Elinde Nâzım Hikmet kitabı olanlar aylarca hapiste yattı. İşkence gördü... Elinde sosyalist bir yayın olan herkes tutuklandı.
Örneğin sokağa çıkma yasağı ilan edilmişti... Tiyatrolar kapatılmıştı. Sinema için “sansür heyeti” vardı. Sansüre uğrayan film dışarıda ödül alıyordu...
Üniversiteler bastırılmış, dernekler, sendikalar, yayınlar susturulmuştu...
İşte böylece, bir kuşak donduruldu... Bir kuşak sürgün edildi.
Neredeyse bir sonraki kuşakla bir önceki kuşak arasına “zifiri bir uçurum” yerleştirildi... Örneğin şimdi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde töreni yapılacak olan
TİP Genel Başkanı Behice Boran yıllarca hapiste yattı.
Daha kimler mi?
Yalnızca Nâzım Hikmet mi? Çelenk’ler, Aybar’lar, Öz’ler...
Bugün adına ödüller verilen, itibarı iade edilen kim varsa o zaman hapis yattı işkence gördü...
Sol ya da sosyalist muhalefeti olmayan bir siyaset üretildi...
İşte şimdi bunun acısı çekiliyor...
Halkın muhalefetinin olmadığı bir iktidar ilişkisinin kendisini tekrar ettiği bir acıdır bu... Çünkü siyasi hareketler, siyasi bürokrasiye dönüşmüştür artık...
İçinde halk yoktur.
Yenilen, seçim kaybeden gitmez...
Çünkü artık, siyasi parti yöneticisi kendisini bir devlet dairesindeki müdür gibi algılamaya başlamıştır.
Üstelik burada yaş haddi de yoktur.
Siyasetin içindeki halk hadım edilmiştir... İsyanına susturucu takılmıştır...
Budur işte kayıp kuşaklar arasındaki “zifiri uçurum”un bugünkü acısı...
Bu üç şey varsa hayat güzeldir
BUGÜN köşemden biraz
“kasvet sızıyor”...O yüzden İskenderiye’deki dostum İzzet Güçyener’den gelen bu mesajı hepimiz için çoğaltıyorum.
“EĞER BU ÜÇÜ VARSA HAYAT GÜZELDİR”Köy sakinleri yağmur duasına çıkmışlardı. Bütün köy ahalisi toplandı.
İçlerinden yalnızca birinde şemsiye vardı.
BU İNANÇTIR.Babalar bebeklerini havaya hoplatır, çocuklar gülmekten bayılır. Yere düşeceklerini akıllarına bile getirmezler. Çünkü babaları onu tutacaktır.
BU GÜVENDİR.Yatağımıza girerken yarın uyanıp yaşamaya devam edeceğimize dair garantimiz yoktur. Ama yine de ertesi güne dair planlar yaparız.
BU ÜMİTTİR.Ve işte bu üçü varsa, hayatınız güzeldir...
Üçünün de sizde olması dileğiyle iyi haftalar...