Paylaş
İran’daki rejimden kaçan birisi mi geldi, davaları o büroda. Ya da Güney Afrika’dan kaçan bir yazarın savunması...
Kuzey Kore’den, Suriye’den kim bir ideolojik kaçış içindeyse o büro davasını alıyor...
Bu arada bazı PKK’lı, DHKP-C’liler de savunmaları için o büroya gidiyorlar.
Ve 2000 yılında Abdullah Öcalan Suriye’den kaçınca sığınacak ülke aramaya başlıyor.
Roma, Atina, Moskova tek tek yoklanıyor.
Türkiye bastırıyor. MİT takipte. Öcalan hangi ülkeye yönelse, MİT önceden haber alıyor, bizim dışişleri de o ülkeyi uyarıyor...
DAVAYI KAYBEDİYOR
İşte o günlerde Alman hükümeti Öcalan’ın Almanya’ya girişini önlemek için bir dava açıyor..
Ve dava hemen o büroya geliyor. Avukat davayı alıyor. Öcalan’ın terörist olmadığını savunuyor.
Tabii, öldürülen bebekler, öğretmenler, şehit edilen gencecik Mehmet’ler orda yok...
Alman avukat her zamanki işini yapıyor... Sabah evinden çıkıyor, Abdullah Öcalan isimli birisini savunmaya gidiyor.
Dava kısa sürede bitiyor. Almanya Öcalan’ı terörist ilan ediyor... Avukat davayı kaybediyor.
Aradan yıllar geçiyor...
Hayat sürüyor. Avukat “ideolojik” davaları almaya devam ediyor...
Ve bir gün Berlin’de bir dost ortamında bir kadınla tanışıyor... İnanılmaz bir ruh çarpması oluyor...
Onlar konuştukça her söz bir kıvılcım olup yangına dönüşüyor.
Aşk ...
Avukat âşık... Kadın âşık...
Avukat 62 yaşında, kadın 52...
HADİ ÜLKEME GİDELİM
Ve uzun zaman sonra bir gün kadın diyor ki:
“Ülkemi çok özlüyorum, her yaz giderim. Hadi benim ülkeme gidelim.”
Atlıyorlar uçağa, geliyorlar kadının ülkesine... Tam polis kontrolünden geçecekler... Polis avukatın pasaportuna bakıp ayağa kalkıyor.
“Siz bu ülkeye giremezsiniz. Hanımefendi siz geçin. Beyefendi sizi ilk uçakla Almanya’ya geri göndereceğiz.”
Avukat şokta. Kadın şokta.
ADALARDAN DENEME
Kadın bir Türk kadını.
Ege’de bir sahil kasabasında bir evi var. Birisi engelli iki çocuğu var. Orada yaşamak, bütün yazları geçirmek hayatının parçası. Özellikle engelli olan çocuğu orada çok mutlu oluyor.
Avukat perişan bir şekilde Almanya’ya dönüyor. Ama aşk öylesine keskin ki...
Dayanamıyor. Atlıyor uçağa, Ege kasabasının tam karşısındaki Yunan adasına geliyor.
Oradan geceleri âşık olduğu kadına bakarak uyuyor. Elinde telefon konuşuyor...
Yıldızları seyredip “Buradayım, karşındayım” diyor... Öylesine yanına gitmek istiyor ki; içini durmadan çılgınlıklar kemiriyor.
Bir balıkçı motoruna atlayıp gidecek ama korkuyor... Bu böyle devam ediyor. Her yaz karşı adadan sevgilisine bakıyor.
SÖZCÜDÜR, YASAK
Avukat perişan. Sonunda araştırıyor... Ve görüyor ki;
Türkiye’de İçişleri Bakanlığı “Apo’nun sözcüsü” diye yasak koymuş. Hemen Alman Dışişleri Bakanlığı’na müracaat ediyor. Almanya Türkiye’ye durumu iletiyor. Bizim Dışişleri Bakanlığı “Bakarız” diyor... Avukat müracaatında şöyle diyor:
“Ben avukatlık görevimi yaptım. Katilin de, zalimin de hukukta savunma hakkı vardır. Zaten şu anda sanığın kendi ülkesinde avukatları var. Ve serbestçe dolaşıyorlar. Bana niye yasak var...”
Evet, “aşkın ilahi adaleti” işte bu...
Öcalan’ın Alman avukatı, bir Türk kadına âşık olunca, teröristlerin kan çanağına çevirdiği o ülkeye girmek için çırpınıyor.
Ben bu öyküye önceki gün Berlin’de bir dost sohbetinde rastladım...
ARADAN 9 YIL GEÇTİ
Avukata âşık olan Türk kadının arkadaşları soruyor: “Eğer adaletse yeterince çekti... Aradan 9 yıl geçti. Acaba o yasak kalkamaz mı? Şimdi Öcalan’ın resmi avukatları Türkiye’de her şeyi yapıyorlar. Serbestçe dolaşıyorlar. Aradan 9 yıl geçmiş. O yasaklı. Ve çok acı çekiyor.”
Kadın bugünlerde kardeşinin sağlık sorunu nedeniyle İstanbul’da ve avukat Türkiye’ye girmek için çıldırıyor.
Şu kadere bakın...
Ne garip değil mi?
Adalet her zaman mahkemede tecelli etmiyor.
Bazen hayatın kendisi adalet oluyor.
Peki sizce kalkmalı mı avukatın yasağı?
İKİNCİ YAZI
Çeksek ne olur!
EGEMEN Bağış Atina’da bir konferans verdi. Türkiye’nin iç ve dış açılımlarını anlattı. “Ermenistan” dedi, “Kürt açılımı” dedi. Suriye’yle vizenin kaldırıldığını söyledi. Ve Kıbrıs sorununun çözümü için Türkiye’nin hazır olduğunu duyurdu. İşte tam bu sırada ön sıralardan bir avukat kadın bağırarak sordu:
* Barış diyorsunuz ama sizin orada binlerce askeriniz var. İşgal askeri.
İzleyiciler şöyle bir dalgalandı. Bağış sinirlenebilirdi. Ama öyle yapmadı, sözlerinin üzerine bir güvercin oturttu ve zekice salona gönderdi. Kadın sustu kaldı. Salon alkışladı... Uçakta gelirken o sahneyi hatırlattım...AB raporlarında, her türlü uluslararası toplantıda önümüze çıkartılan şart bu...
UÇAKTA SORDUM
Kıbrıs’taki asker sayısı... Kabul ettiğimiz Annan Planı’nda bile bu var... Uçakta sordum:
* Peki biz ani bir kararla Kıbrıs’taki askerlerimizi çeksek ne olur? Dünyayı şoke etsek. Türkiye militer değil, sivil ve barışçı bir ülkedir desek.
* Kıbrıs’ı savunmak için ille de orada asker tutmaya ihtiyaç var mı?
* Türk ordusu muazzam bir ordu. Oraya müdahalesi an meselesidir. Bunu Yunanistan çok iyi bilir. Bu kadar jetler, gelişmiş silahlar, tanker uçaklar niye var. Sonra buna kim cesaret edebilir? Türkiye’nin caydırıcı olabilmesi için, ille de orada o kadar asker bulundurmaya ihtiyacı mı var?
Garantörlüğümüz zaten devam ediyor. Yani bir durumda müdahale hakkımız meşru...
Ben bu soruyu sorunca kısa bir sessizlik oldu. Uçakta tam karşımda oturan Mustafa Karaalioğlu, “Evet ne var. Ne olur?” dedi.
GÜÇ GÖSTERGESİ
Nur Batur, “Evet Türkiye böyle bir jest yapsa dünyaya karşı müthiş bir barış çıkışı olmaz mı?” diye sordu. Mehmet Soysal, “Bunun üstünde düşünülmeli bence” diye destekledi. Egemen Bağış sustu... Biliyorum, “devleti temsil ettiği” için sustu... Ama ben açık yüreklilikle soruyorum. Üstelik yine birileri kızacak olsa da soruyorum:
* Ne olur Kıbrıs’taki askerimizi “güvercin kanatlarına bindirip” çeksek...
Ne yapar dünya? Ne der Rum tarafı. Mesela Fransa. Ya da İngiltere?
Bana göre bu bir taviz değil, tam tersine gücümüzün göstergesi olur... Kendimize olan güvenin dünya sahnesine bir tuğra gibi asılması olur. Gelin kızmadan, birbirimizi “ihanet”le suçlamadan birer vatansever olarak tartışalım bunu.
ÜÇÜNCÜ YAZI
Ben de olsam AB’ye almam
BERLİN ’deki Türk mahallesini gezerken öğreniyorum;
- Türkiye şu aralar “çevre faslı”nı açması için AB’ye bastırıyor.
Yani diyor ki:
“Gelin bakın ben artık çevreye değer veriyorum. Kirletmiyorum.”
Bu fasıl AB’ye giriş sürecimiz açısından çok önemliymiş. Çevre faslını dinleyerek geziyoruz Berlin’deki Türk mahallesini...Bu sırada Büyükelçi Ahmet Acet kebapçılara, manavlara selam veriyor...
HER YER ÇÖP
Bir ara gözüm yürüdüğümüz sokaklara takılıyor. Pislik içinde. Çöpten geçilmiyor. Kaldırımlarda her türlü çöp var. İzmaritten, don lastiğine kadar. Çürümüş patlıcan, paslı teneke, yağlı kâğıtlar... Mide bulandırıcı bir çöp salgını. Sıvası dökülmüş duvarlar.
Sanki burası Berlin değil. Ya da ben buraya başka bir Berlin’den geldim. Oysa öteki sokaklar, caddeler, meydanlar tertemizdi. Sonbaharın giderek sarıdan kahveye çevirdiği yapraklar inanılmaz bir dekordu...
Huzur içinde bir Unter de Linden Caddesi. Hotel de Rome’un o muhteşem meydanında keman çalan o kadın. Binlerce kişi yürüyor. Ama bir tek izmarit yok. Bir kibrit çöpü yok. Yeşillikler, bakımlı ağaçlar, rengarenk vitrinler. Peynir dükkanları. Cafe önünde sigara içenler.
2 BERLİN ARASI
Peki ya yürürken içimi acıtan o Türk mahallesi... Bizi görünce “Memleketten ne haber” diye soran genç manavın elindeki sigarayı kaldırıma doğru fırlatışı... İşte bu iki Berlin arasında kalıverdim...
Ve defalarca “neden” diye sordum...
Neden böyle?
Türk mahallesinde yaşayanlar fakir desen değil. Hepsi iş sahibi. Yanlarında Alman çalıştıranlar var...
Ama sokaklar böyle. Peki şimdi bu Türk mahallesini gören Alman ne yapsın? Böyle bir farkı anlatabilir misin?
Anlatamazsın.
RAPORSUZ FARK
Çünkü bu fark hiçbir ilerleme raporunda olmaz. İstediğin kadar tanıtım yap. Tülin Şahin’i “Türkiye’nin yüzü” diye turneye çıkart. “Bodrum” de... Üç dinin buluştuğu “İstanbul” de. Medeniyetler buluşması de...
Meclis’ten binlerce AB yasası geçir. Onlarca faslı aç. Yetmedi üstüne Kıbrıs’ı ver.
Berlin’deki Türk mahallesinin pisliğini çözemezsen olmaz...
Alman’ın buraya gelmesine gerek yok. Kendi şehrinde görüyor pisliği. Konya’yı, Kayseri’yi istediğin kadar temizle... Ama eğer Berlin’de adının başına Türk koyduğun mahalleye pislikten giremiyorsan, AB’ye hiç giremezsin..
Yani diyorum ki; Önce orayı düzelt.
Paylaş