GECE yarısı 911 numaralı ‘Acil’ telefonun zili acı acı çaldı.
Son derece zayıf, güçsüz bir ses, ‘Çok zor durumdayım. Her yanımda ağrılar var. Göğsüm ve sırtım acıyor. Ayaklarımın sızısı dayanılmaz halde. Nefes alamıyorum. Günlerdir doğru dürüst yemek yemedim. Lütfen kurtarın beni’ dedi.
Görevli adresi almaya çalışırken bir kadın sesi çınladı telefonun öbür ucunda:
‘Sen ne yapıyorsun bakayım. Çabuk kapa o telefonu. Sana kimse benden daha iyi bakamaz.’
Ve telefon kapandı.
Görevli telefondaki sesin çok zor durumda olduğunu anlamıştı.
Hemen polisi aradı.
Telekom’dan telefonun edildiği numara hızla tespit edildi. Ankara’da Oran civarında bir santrala bağlıydı telefon. Hızlı bir araştırmayla yer tespiti yapıldı. Adres belirlendi.
Bir yandan SAT ekipleri hazırlık yaparken, diğer yandan Başkent Hastanesi doktorları alarma geçirildi.
Özellikle hastanede hummalı bir faaliyet vardı.
Bütün hazırlıklar tamamlandı ve tam teşekküllü ‘hastane timleri’ sabaha karşı harekete geçtiler.
Bir ambulans ve doktorları taşıyan iki araçla Oran’da tespit edilen adrese gidildi.
Ve ‘kurşun geçirmez yelek’ giymiş doktorlar kapıyı çaldılar.
‘Hastayı bize teslim edin. Yoksa fena olur.’
Ancak karşı taraf da hazırlıklıydı.
‘Defolun. O benim. Hiçbirinize vermiyorum.’
‘Hanımefendi. Tedavi edip size geri getireceğiz, merak etmeyin.’
‘Kaybolun. Ben onun eşi ve genel başkan yardımcısıyım.’
‘Hanımefendi. Kötü bir şey yapmayacağız.’
‘Defolun. Ben kötü bir şey mi yapıyorum?’
‘Hanımefendi. Kötü bir şey yapmadığınızı biliyoruz ama hiçbir şey yapmıyorsunuz, yapamıyorsunuz.’
‘Hiçbir şey yapmıyorum. Çünkü onun hiçbir şeyi yok.’
‘Bize öyle gelmiyor. Lütfen hastayı bize teslim edin.’
Kadın Nuh diyor peygamber demiyordu.
Bunun üzerine bir saldırı planı hazırlandı.
Asistanlar ön kapıyı tutup, ‘Hanımefendi’yi oyalayacaktı.
Asıl güç ise arka taraftan binaya sızacaktı.
Prof. Dr. Zileli, hemen arka taraftan bir merdivenle yukarı çıkarıldı. Elindeki cam kesme aletiyle camı kesti ve salona sızdı.
Hanımefendi o sırada kapıda yığınak yapmakla meşgul olduğu için, Zileli hiçbir güçlükle karşılaşmadan rehin alınan hastayı kucakladığı gibi geldiği camdan kaçtı ve hastayı kurtardı.
Şimdi gerektiği gibi bakılacak ve en azından bir süre daha ‘vazifelerini yapması’ sağlanacak.
İşkence
ONU hayatımda ilk kez Taksim’de bir miting alanına gelirken görmüştüm.
Galatasaray Lisesi’nin ‘minicik’ bir talebesiydim ve ‘Karaoğlan’ gelecek diye merakla okuldan Taksim’e gitmiştim.
Müthiş bir kalabalık vardı.
Fransız Konsolosluğu’nun karşısında, biraz Taksim’e doğru bir yerde duruyordum ki, onu gördüm. Bir otobüsün önünde ayakta duruyordu. Üzerinde mavi bir gömlek vardı. El sallıyordu.
Müthiş bir ışığı vardı sanki.
Ve ‘babama’ çok benziyordu. Belki de bu yüzden onu çok sevmiştim.
O gün bugündür hep de sevdim. Kızsam da sevdim, eleştirsem de sevdim.
Şimdi gözlerimizin önünde eriyip gidiyor. Büyük bir ihtimalle ülkeyi bir bunalıma itmemek için ıstırap içinde görev yapmaya çalışıyor.
Çok belli ki, işkence çekiyor.
Gözlerimizin önünde ‘insan haklarına aykırı’ bir dram yaşanıyor.
Ve biz de izliyoruz.
Ağlayarak...
Seçim yakındır
DERVİŞ’in boşa konuşmadığı ortaya çıkıyor. Ecevit’in sağlık durumuyla ilgili sinyalleri hepimizden önce almış, belli.
Ve ‘ufak ufak’ ülkeyi seçime ısındırıyor. Psikolojik olarak hazırlıyor. Çok belli. ABD Elçisi Pearson’ın temasları da buna bir başka hazırlık. Türkiye’yi kazasız belasız bir ‘başbakan değişimine’ götürmeye çalışıyorlar.
Bu arada ‘yeni siyasi dengeler’inde hazırlığı el altından yapılıyor. Bana sorarsanız Derviş’in hangi partiye gireceği de artık belli oldu.
‘Ecevit’siz’ Türk siyasetinin kimlere emanet edileceği veya en azından kimlere ‘emanet edilmeyeceği’ belirleniyor. Türkiye ‘Post Ecevit’ döneme hazırlanıyor.