‘‘Ben kapalı kapılar ardında yapılan hangi görüşmenin içeriğini açıkladım ki, bunu açıklayayım. Ama tehdit etmedim. Tam aksine çok iyi konuştuk. Uyardım, tavsiyelerde bulundum. Hatta İsmail Cem'in evine kadar birlikte, kol kola sohbet ederek yürüdük’’ diye yanıtladı.
‘‘Kararını o akşam size iletti mi, yoksa siz de televizyondan mı öğrendiniz?’’ diye zorladım.
‘‘İletmedi’’ dedi. ‘‘Dinledi. Ben bazı uyarılar yaptım. Bazı bilgiler aktardım. O dinledi. Karar kendi kararıdır ama bize önceden iletilmiş bir karar değil. Bu kadarını söyleyeyim’’ dedi.
Özkan'ın ketum tavrını bildiğim için zorlamadım.
Ama Özkan'a inandım.
Etmedim diyorsa etmemiştir.
Barzani’nin petrol denizi düşü
YIL 1997. Kuzey Irak'tayım. Barzani'nin Irak Kürdistan Demokrat Partisi'nin karargáhında. Selahaddin kentinde.
Selahaddin'e hákim bir tepedeyiz. Yanımda götürdüğüm Diyarbakırlı tercüman Kırmançi biliyor.
Barzani'nin konuştuğu dil ise Sorani. Barzani'nin tercümanı Kirmançi'ye çeviriyor. Kırmançi bilen benim tercüman ise Türkçe'ye.
Arada İngilizce de konuşuluyor.
Türkiye'nin ‘‘savaş nedeni’’ saydığı Kürt devletinin topraklarındayız. Habur'dan girerken ‘‘Welcome to Kurdistan’’ yazılı bir barakada peşmergeler pasaport kontrolümüzü yapmış.
Yollarda peşmergeler kontrol yapıyor.
Düzenli bir ordu ve polis teşkilatı ‘‘o zaman’’ daha yok ama derlenip toparlanmaya çalıştıkları belli.
Kuzey Irak'ın içlerindeki Selahaddin'e işte böyle bir ortamda gitmişiz. O dönem belgede Barzani'nin IKDP'si, Talabani'nin IKYB'si var. PKK etkinlik kurmaya çalışıyor. Barzani bir ‘‘Devlet Başkanı edasıyla’’ konuşuyor.
Devlet olmaktan, bağımsız olmaktan söz ediyor.
Tam bağımsızlık demiyor ama aşırı özerk bir yapı özlemi içinde olduğu belli.
Ben de ona bulunduğu coğrafi konum nedeniyle bunun ne kadar zor olduğunu hatırlatıyorum.
Oturduğumuz yerden kalkıyor.
Beni de kaldırıp pencerenin kenarına kadar götürüyor.
Önümüzde bir yanda Bağdat'a, diğer yanda ise Türkiye sınırını belirleyen dağlara kadar uzanan bölgeyi eliyle işaret ediyor.
‘‘Burası ne biliyor musun?’’ diye soruyor.
Suratına bakıyorum ve dudak büküyorum.
‘‘Deniz’’ diyor... ‘‘Deniz.’’
‘‘Ben deniz göremiyorum’’ diyorum.
‘‘Altında’’ diyor. ‘‘Toprağın altında petrol denizi var. Amerika isterse ve bizim bunları çıkarmamıza izin verirse burası dünyanın en zengin ülkesi’’ diyor.
‘‘Verecek mi?’’ diye soruyorum. ‘‘Görüşüyoruz. Biz Saddam'dan daha güveniliriz’’ diyor. Aradan geçmiş 6 yıla yakın süre.
Şimdi yine konu bu.
Bize düşen tarihe ışık tutacak hatırlatmalar yapmak.
Eğlence gürültü mü demek?
HINCAL Uluç yine ‘‘aykırı olmayı’’ başardı. ‘‘Gürültü sürsün Ertegün gitsin’’ diyor.
Aykırı olmak kolaydır da, tutarlı olmak zordur.
Hıncal Abi ne yazık ki, artık bu ikinciyi başaramıyor.
Bir yazısında Bodrum'u imara açtığımız için berbat ettiğimizi, buraya zengin turist gelme ihtimalinin kalmadığını St. Tropez'yi örnek vererek anlatıyor, sonra da Bodrum'da gürültü kirliliği ile savaşa karşı çıkıyor.
Hıncal Abi, St. Tropez'yi sen de biliyorsun, ben de biliyorum.
Allah aşkına söyle, St. Tropez Akdeniz kıyısının en gürültülü yeri mi, yoksa en sakin köşelerinden biri mi?
St. Tropez'de bir sahil kahvesinde otururken dört yanından ayrı patırtı şeklinde müzik geliyor mu?
St. Tropez barları ve restoranları beş parasız Avrupalı turistler tarafından mı dolduruluyor, yoksa şöhretli ve zengin turistler tarafından mı?
Sen Bodrum'da sokakta yürürken Michele Pfeifer, Nicholas Cage, Sting, Bill Gates ile mi karşılaşmak istersin yoksa bitli eroinman İngilizle mi?
Senin ‘‘St. Tropez gibi olsun’’ dediğin Bodrum'u dünyaya Türkiye ilk kez Ahmet Ertegün'ün misafiri olarak gelmiş Rolling Stones'çular ve Kissinger gibiler mi anlatır, yoksa anasının babasının bile dinlemediği uyuşturucu bağımlısı velet mi?
Bodrum elbette eğlence yeri olsun. Elbette müzik olsun, yemek olsun. Ama adam gibi olsun.
İnsan gibi olsun.
Eğer tezinde ısrar edersen, yarın akşam Alkent'teki evinin önüne üzerine müzik sistemleri yerleştirilmiş bir kamyonla dayanıp sabaha kadar bağırtacağım. Sen ve komşularından biri bile şikáyet ederse ne yapacağız Hıncal Abi.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Kendimizi tanımlamak için kendimizden başkasına ihtiyaç duymadığımız zaman.