Çünkü Jill Price, 8 yaşından bu yana yaşadığı her günü, adeta omzunda video kamera, filme alınmış gibi tüm ayrıntılarıyla kare kare hatırlıyor.
Bu yüzden olsa gerek kitabına ‘The Woman Who Can’t Forget’ adını koymuş.
İlginç olan Price’ın hafızası isim ya da sayı ezberlemekle ilgili değil.
O yaşadığı her şeyi zihninde ayrıntılı bir günlük tutarmışçasına hatırlıyor.
44 yaşında Kaliforniya’da bir hukuk bürosunda asistan olarak çalışıyor.
30 yıl öncesine dair bir günü sorduğunuzda, size otobiyografik hafıza arşivinde o güne ait bir video kaydı varmış gibi anlatmaya başlıyor.
“Belleğimdekiler adeta bir film şeridi gibi gözümün önünden geçiyor, hiç durmadan kontrolsüzce...”
“3 Ağustos 1986” dendiğinde, saat 12.34’te âşık olduğu adamın ona telefon ettiğini de hatırlıyor, o gün havanın yağmurlu olduğunu ve evde pişen tarçınlı kurabiyeleri de...
12 Aralık 1988’de Murphy Brown televizyon dizisinde neler olduğu da kayıtlı zihninde, 28 Mart 1992’de Beverly Hills Oteli’nde babasıyla yediği öğle yemeği de...
Neredeyse yaşadığı her şey günü gününe kayıtlı.
Var olmayan tek bir kelime var yaşam sözlüğünde: Hatırlamıyorum!
¡ ¡ ¡
Price’ın beyninin otobiyografik hafıza bölümü ortalamanın üç katı.
Bilim adamları ‘hipertimestik sendromu’ tanısı koymuş.
Yani Aşırı Gelişmiş Hafıza Sendromu.
Fakat yine de bu sıra dışı kadına bu yeteneği veren şeyin ne olduğu tam olarak bilinmiyor.
Bilim adamları Price’a sıra dışı bir yetenek muamelesi yaparken o bu yeteneğin ilahi bir lütuf mu yoksa bir lanet mi olduğunu sorguluyor...
En büyük sarsıntıyı iki yıl önce sevdiği adamı kaybettikten sonra yaşamış...
“Düşünsenize çocukluktan bu yana aileniz ya da dostlarınızla ettiğiniz her kavgayı, kalbinizi kıran her olayı ve yaptığınız her aptalca hatayı sürekli ve tekrar tekrar hatırlayabiliyorsunuz. Hiç hoş bir çocukluk geçiremedim bu yüzden. Beni hayata bağlayan adamı kaybettim (ağlıyor), şimdi onun hatıralarıyla yaşıyorum.”
¡ ¡ ¡
Gerçekten de cevabı zor bir soru, unutmak mı daha iyi yoksa her şeyi hatırlamak mı?
Sadece bireysel değil kolektif hafıza için de önemli bu soru...
Çünkü unutabilmek aslında hatırlamakla başlar...
İspanyolların unutmaya dair çok hoş bir deyimi var.
“Perdonar es olvidar” yani “Unutmak bağışlamaktır”.
Öylesine doğru ki...
Bağışlamadığınız şey tam olarak unutulmuş sayılmıyor.
Siz unutsanız başkası, başkası unutsa vicdanınız unutmuyor, hiç beklenmedik bir anda çıkıveriyor gün yüzüne...
¡ ¡ ¡
Başbakan Tayyip Erdoğan merakla beklenen Diyarbakır mitinginde “O cezaevini yıkacağız” dedi.
O cezaevi dediği The Times tarafından ‘Dünyanın en kötü 10 cezaevi’ arasında gösterilen “12 Eylül’ün Auschwitz’i” diye nitelenen Diyarbakır Cezaevi.
12 Eylül döneminde klasik işkence dışında her türlü insanlık dışı uygulamaya sahne olan, dışkı yedirilen, her sabah köpeğe selam verdirilen, onlarca insanın öldürüldüğü, binlercesine asla unutamayacakları travmalar yaşatan Diyarbakır Cezaevi.
Erdoğan Diyarbakır Cezaevi’nde yaşanan acıları film karesi gibi tek tek hatırlattı.
Kürt açılımıyla ilgili siyasi mesajlar vermek yerine unuttuk zannedilen acıları hatırlatmayı seçti.
Çok da iyi yaptı.
Ama “Yıkacağız...” dedikten sonra bir şeyi eksik bıraktı.
O acıların üzerine ne inşa edileceğini söylemedi.
¡ ¡ ¡
Unutmak bağışlamaktır.
Bağışla(n)mak hatırla(n)makla başlar.
Yıkmak yetmez, Diyarbakır Cezaevi bu ülkede yaşanan-yaşatılan tüm acıların, Kürt-Türk-Rum-Ermeni, hatırlandığı-hatırlatıldığı ‘Otobiyografik Hafıza Merkezi’miz olsun.
Her ayrıntısıyla, tıpkı ‘unutamayan kadın’ gibi, tek tek film karesi gibi.
Olsun ki bir daha yaşamamak üzere unutabilelim...