PaylaÅŸ
Bir itirafta bulundum, e-posta kutum "tebrik ve itiraf mektuplarıyla" doldu.
İşin ilginci dünyanın en büyük kitap fuarı Frankfurt’ta sevimli bir hırsızlık vakası olarak başıma gelenleri anlattığım yazıyla ilgili, üç-dört kişi dışında, kızan çıkmadı.
Bazı okuyucular yerimde olmak istemiş, bazıları geçmişte benzer aşırmaları nasıl yaptıklarını anlatmış.
Mesela Dallas’tan yazan sevgili Tevfik Dalgıç, "Ben de ilk aleni hırsızlığımda aynı duyguları yaÅŸamıştım" diyerek gayet samimi, bu iÅŸi nasıl alışkanlık haline getirdiÄŸini anlatmış: "Bu güzel hırsızlık öyküsünü ben her American Marketing Association ve Academy of International Business isimli mesleki kuruluÅŸların yıllık toplantılarında kendi koÅŸullarımda yaşıyorum." Â
Aman yanlış anlaşılmasın.
Amacım asla kitap hırsızlığını özendirmek değil.
Hele de çok yakında İstanbul’da TÜYAP Kitap Fuarı açılacakken.
Yurtdışında bu tür fuarlar bizden farklı olarak esas yayıncılık sektörünü cezbetmek için yapılır. Yani amaç doğrudan okuyucuya kitap satmaktan çok, devasa bir sektör olan yayın dünyasını buluşturmaktır.
Frankfurt’ta son gün belli bir saatte yapılan kitap satışından elde edilen gelir 1 milyon euro bile değilken, yayıncılar arasında imzalanan telif anlaşmalarının hacmi 600 milyon euro.
Dolayısıyla almak istediğim beş kitabı, o saatte satış yapamadığı için şahane bir biçimde çalmama göz yuman satış görevlisi (bazı okurların zannettiği gibi) görevini kötüye kullanmadı, fuarın doğasına uygun bir hoşluk yaptı.
Ben de iletişim kazasına uğrama pahasına bu hoşluğu sizlerle paylaştım.
Fakat bugün asıl paylaşmak istediğim hemen okumaya başladığım ilk hırsızlık kitabım The Age of Turbulence’dan bir iletişim şaheseri.
Biliyorsunuz şu sıralar Merkez Bankası ile Türkiye’nin önde gelen 200 sivil toplum kuruluşu arasında bir "faiz indirme" savaşı yaşanıyor.
İhracatçılar Birliği önderliğinde, işveren sendikasından işçi sendikasına, bir araya gelmesi hayli zor yüzlerce kurum önceki gün tam Para Politikası Kurulu faiz indirme kararını açıklayacakken gazetelere "Yetti artık indirin" başlıklı ilanlar verdi.
Fakat Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz epeydir üzerinde oluşturulan "faizleri hızla indir" baskısına rağmen, kurul üyeleriyle birlikte piyasaların beklentilerine uygun bir biçimde 0.50 puanlık indirime onay verdi.
Bırakın 5-6 puanlık uçuk indirim talebini, 1’in biraz üzerindeki makul görünebilecek beklentileri bile karşılamadı.
Yani "Kısa vadede sanayicinin rekabet gücünü kaybetmesi benim derdim değil, ben fiyat istikrarına bakarım" dedi. Kim haklı onu zaman gösterecek.
Ee, tabii dört bir koldan salvolar başladı.
Ankara Sanayi Odası Başkanı Nurettin Özdebir, Durmuş Yılmaz’ı "Miyopluğu tescil edilmiştir" diyerek suçladı, TİM Başkanı Oğuz Satıcı, "faiz lobisine selam çakmakla."
MÜSİAD’dan TÜGİAD’a birçok dernek ve Türk-İş’ten Hak-İş’e kadar birçok güçlü sendika Yılmaz’a "sanki başka ülkenin merkez bankası başkanı" suçlamasını yöneltti.
Peki Merkez Bankası bugüne kadar bu baskı ve suçlamalar karşısında ne yaptı?
Bir; takdir edilebilecek bir sabırla direndi.
İki; klasik iç ve dış riskleri sıraladı.
Üç; sustu.
Yirmi yıla yakın FED Başkanı olarak Amerikan ekonomisine hükmeden Alan Greenspan, 500 küsur sayfalık "Türbülans Çağı" adlı kitabında sayfalarca, ekonominin aslında para ve sayılardan çok, korku ve heyecana dayalı bir psikoloji işi olduğunu, dolayısıyla kendisini en çok algı ve iletişim yönetiminin meşgul ettiğini söylüyor.
Peki Durmuş Yılmaz, yüzde 4 gibi alabildiğine agresif enflasyon hedefini ve rekabet gücünü yitirme pahasına bağlandığı fiyat istikrarını, Merkez Bankası koridorları da dahil hiçbir yerde hiç kimseye ikna edici bir biçimde anlatabiliyor mu?
Anlatabilse, kendi çalışma arkadaşları, alınan her karardan sonra arkasından konuşuyor olmazdı!
Anlatabilse, obsesif bir biçimde yaklaştığı fiyat istikrarını sağlamak için her şeyden önce, üreticisi ve tüketicisi ile Türk halkını ikna etmesi gerektiğini, bunun da ciddi bir iletişim yönetiminden geçtiğini fark ederdi!
Anlatabilse, ihracatçıdan sanayiciye, turizmciden bankacıya, siyasetçiden bürokrasiye giderek dalga dalga büyüyen geniş bir kitleyi karşına almazdı.
Karşı dalga her geçen gün büyüyor.
Çocukluk yıllarında beyzboldan klarnete birçok hobisi olan Greenspan’in en çok Mors Alfabesi merakı ilgimi çekti.
Meğer daha 10 yaşlarında, 25 centlik harçlığı ile en çok kovboy filmlerini izlemeye bayılırmış. Fakat onu cezbeden "vahşi batı"nın usta silahşorları değil, kasabaları birbirine bağlayan telgraf telleri ve o tellerden Mors Alfabesi'yle mesaj gönderen telgrafçılarmış.
"Çünkü" diyor Greenspan, "sadece parmaklarının ucuyla anında iletişim kurma güçleri değildi beni cezbeden, senaryonun en kritik noktasında kasaba Kızılderililerin saldırısına uğrayacakken, diğer kasabadan yardım çağıran yine onlardı, tabii teller daha önceden kesilmemişse..."
Greenspan Merkez Bankası Başkanı olarak kendisini iyi ve kötü günde o şifreli mesajları gerekli yerlere ulaştıran telgrafçı gibi görüyormuş.
Merak ediyorum, Türkiye iç ya da dış bir ekonomik saldırıya maruz kaldığında Yılmaz kime hangi şifreli yardım mesajını geçecek?
Tabii kendisinden önceki başkanın kurmaya çalıştığı iletişim şebekesi, kendi başkanlığında tek tek kesilmemişse!
Tık, tık, tık...
Greenspan’den Yılmaz’a...
PaylaÅŸ