1 Ocak 2009
Yılın son "Ulusa Sesleniş" konuşması. Başbakan Tayyip Erdoğan ekonomi ağırlıklı konuşmasıyla önceki akşam TRT ekranlarında..
İlk kez açık açık; "2009'da bizi zorluklar bekliyor" diyor.
2008'in bütün ülkeleri sarsan zor bir yıl olarak hatırlanacağını belirtiyor ve ekliyor: "Her şeye rağmen bu zor yılı kayıp hanesine yazdırmadık. Yılı kazançla, ülkemizi büyüterek kapatıyoruz."
Ben AK Parti iktidarının uygulamalarına kategorik olarak "övgü" ya da "sövgü" ile yaklaşanlardan olmadım.
Bu yüzden yılbaşı mahmurluğunu henüz atamamış da olsanız yılın bu ilk gününde Erdoğan'ın 2008 ve 2009 değerlendirmesine rakamlarla bakmak istiyorum.
Bir kere samimiyetle şunu söyleyeyim: Başbakan Erdoğan global ekonomik kriz ve Türkiye'ye etkisiyle ilgili ilk kez gerçekçi bir yaklaşım sergiledi.
Konuşmasının bütünü şimdiye kadar takındığı "güven vermekten uzak, suçlayıcı ve kavgacı" üsluptan epey uzak, alabildiğine teknik ve yapıcıydı.
Yani Erdoğan yılın sonunda da olsa güven telkin etmeye çalışan yaklaşımından dolayı karnesinde bir artıyı bence hak ediyor.
Gelelim konuşmasının bam telini oluşturan şu cümleye: "Bu zor yılı yani 2008'i kayıp hanesine yazdırmadık."
AK Parti'nin ekonomi karnesinin kilit cümlesi olarak değerlendirilebilecek Erdoğan'ın bu lafını herkes kendi meşrebine göre yorumlayabilir.
Hiç şüpheniz olmasın "Başbakan haklı; gelişmiş ekonomiler birbir çakılırken Türkiye 2008'i çok ucuz atlattı" diyenler de çıkacaktır, "Hadi canım sen de oradan, piyasada yangın var, fabrikalar kapalı, işsizlik almış başını gidiyor, kimi kandırıyorsun?" diyenler de...
İşin kötüsü her iki taraf da hükümeti "övmek" ya da "dövmek" için bol miktarda ekonomik veriye sahip.
Yok yok merak etmeyin; yılın bu ilk gününde Nasreddin Hoca gibi iki tarafa da "haklısın" diyerek aradan sıyrılmayacağım.
Onun yerine AK Parti'nin 2008 ekonomi karnesinde yer alması gereken artı ve eksileri bir bütün halinde sunmaya çalışacağım. En önemli verilerden biri olan büyüme dersinden 2008'de hükümet yüzde 2'yi bile tutturması zor gözüktüğü için sınıfta kaldı. Enflasyon, iç talep azalmasından dolayı tek haneye doğru seyrettiği için geçer not alabilir. İşsizlik tekrar yüzde 10'un üzerine çıkıp 15'e doğru yol aldığı için başarısız. Cari açık 38 milyar dolara rağmen iniş eğiliminden dolayı geçer not alabilir. Bütçe açığı kabul edilir oranlarda olduğu için orta. Fakat bu genel rakamlardan çok daha öte Türk ekonomisinin 2008 performansını göstermesi açısından en çarpıcı veriyi 2008 ihracat verilerini dikkatinize sunmak istiyorum. Dün Şevket Sürek ihracatın son üç ayda nasıl alarm verdiğini tek tek rakamları vererek yazdı.
Referans'ta açıklanan aralık verileriyle birlikte son çeyreğe baktığımızda rakamlar gerçekten vahim.
Geçen yılla karşılaştırıldığında aralık ayı ihracatı bırakın artmayı yüzde 28 azalmış.
Böylece ekim-kasım-aralık ayı ihracatı yüzde 30'ları bulan bir düşüşle yılı kapatmış.
Fakat son 3 aylık eksi ihracat rakamlarına rağmen Başbakan Erdoğan çıkıp çok rahat Türkiye'nin 2008'de ihracat hedefini nasıl başarıyla tutturduğunu anlatabilir. Her ne kadar yazın 130 milyar dolarlık hedef 125'e düşürülmüş olsa da. Çünkü yılın tamamında 125 milyar dolarlık ihracat hedefi fazlasıyla tutturulmuş durumda. Ekim-kasım-aralıktaki eksi verilere rağmen 2008'de Türkiye ihracat rakamını bir yıl öncesine göre yüzde 20 artırarak 127 milyar dolara çıkardı.
Sadece bu veriyi kullanarak Erdoğan çıkıp hükümetinin olağanüstü başarısını anlatırken muhalefet son 3 aylık verileri kullanıp hükümeti yerden yere vurabilir.
Bize düşen "övgü" ve "sövgü" sarmalından çıkıp fotoğrafın tamamını detayları kaybetmeden görmek. Çünkü 2008 ihracat rakamları sadece hükümetin ekonomi karnesine ilişkin çok çarpıcı bilgiler sunmuyor, 2009'da ekonomimizi bekleyen zorluklara ışık tutuyor.
Adil olalım, yıllardır kırılan ihracat rekorları nasıl tek başına hükümet hanesine yazılamazsa, ihracattaki dramatik düşüş de tek başına hükümete fatura edilemez.
İhracatın gerçek mimarı özel sektör. Hükümet uyguladığı ekonomi politikalarıyla özel sektöre "destek" ya da "köstek" olabilir. Ne uygulanan para politikasıyla ne de mali politikayla şimdiye kadar hükümet ihracatçıya ciddi bir destek sağladı.
Dolayısıyla 2002-2008 ihracat rekorlarında hükümetin payı istikrar ve güven ortamını sağlamak dışında sınırlı.
Tam da bu sebeple son 3 aylık dramatik düşüşün faturası tek başına hükümete çıkarılamaz.
Fakat hükümetin özellikle eylül ayından bu yana global ekonomik kriz karşısında sergilediği umarsız tavır ihracatta yaşanan dramatik düşüşe dolaylı da olsa katkı yaptı. Çünkü hükümet göstere göstere gelen bu krize karşı tedbir almak-proaktif olmak yerine suçlayıcı açıklamalarla ortamı daha da gerdi.
Kürşad Tüzmen çok iyimser bir tahminle 2009'da ihracatın yüzde 15 azalacağını söyledi. Oysa son 3 aylık veriler 2009'da düşüşün yüzde 30'ları aşabileceğini
gösteriyor. Otomotiv sektöründe bu oran şimdiden yüzde 50'leri bulmuş durumda.
Yılın ilk gününde Başbakan Erdoğan'ın da muhalefetin de iş dünyasının da bu tabloyu bir bütün halinde önüne koyup ona göre 2009'u planlaması gerekiyor.
Çünkü ihracatın 2009'da 90 milyar dolara düşmesi demek sanayinin durması demek, eksi büyüme demek, işsizlik demek, borçların çevrilememesi demek…
Uzatmayayım; Erdoğan, ilk dokuz aylık kazanıma bakıp 2008 için teselli bulabilir.
Özel sektör son 3 aylık kaybını dokuz aylık kazancından düşebilir.
Fakat 2009 ne son 3 ay ne de ilk dokuz ay gibi olacak.
Bu yüzden yılın bu ilk gününde doğru oturup doğru konuşmaya her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.
Yazının Devamını Oku 30 Aralık 2008
Hafta sonu eğitim dünyasından işadamı bir dostum dikkatimi çekmese farkında bile değildim.
Meğer son 2 yılda meslek liselerini tercih eden öğrenci sayısı yüzde 30, yani yaklaşık 300 bin, meslek yüksek okullarına giden öğrenci sayısı ise yüzde 8, yani 40 bin civarında artmış.
Hem de "kat sayı cinayetinden, alt yapı yetersizliğine" tüm olumsuz koşullar aynen korunurken.
Peki neden?
Birçok sebebi var gelin en güncel olandan başlayalım.
Yazının Devamını Oku 26 Aralık 2008
Bence Başbakan Tayyip Erdoğan sonuna kadar haklı.
Türkiye'de yaşanan ekonomik daralma tamamen olmasa da büyük ölçüde psikolojik.
İnanın ironi yapmıyorum.
Hatta daha da ileri gidiyorum.
Global finans krizinin başından bu yana Başbakan Erdoğan ilk defa krize ilişkin doğru bir tespitte bulundu.
Yazının Devamını Oku 25 Aralık 2008
Aslında şu "Ermeni kardeşlerimizden özür diliyoruz" konusuna hiç girmeye niyetim yoktu.
Acıyı paylaşma ekseninde geçmişte bu köşede en az iki makale yazdığım ve toplu kampanyalara iştirak etmeyi pek sevmediğim için sessiz kalmayı tercih etmiştim.
Fakat geçen hafta sonu Dışişleri Bakanı Ali Babacan ile Brüksel'de "özür kampanyası"nı yazılmamak kaydıyla konuştuğum ve arkasından sevgili Cüneyd Zapsu'dan aşağıda aktaracağım e-mektubu aldıktan sonra yazmam şart oldu.
Babacan, oturduğu koltuğun gereği bireysel düşüncesini değil Dışişleri Bakanlığı'nın bugüne kadarki resmi görüşünü yansıtıyor.
Ha şunu da söyleyeyim: Ne Gül ne de Babacan bireysel olarak "resmi görüşten" pek farklı bir yerde durmuyor.
Yazının Devamını Oku 23 Aralık 2008
Geriye dönüp baktığımda inanması zor geliyor ama o günlere Amerika'da bizzat şahitlik ettim, inanın gerçek.
Bundan 10 yıl kadar önceydi.
Amerika'da yüksek lisansımın ilk yılı..
Kennedy School of Government'ta Amerika ekonomisi üzerine aldığım bir derste sürekli karşıma çıkan bir kavram (budget surplus) etrafında yapılan tartışmalar ciddi şaşırmama yol açmıştı.
Dil ya da ekonomi kavramlarına vukufiyet sorunu değildi şaşırmama sebep olan.
Yazının Devamını Oku 12 Aralık 2008
Biliyorum, Türkiye'nin IMF ile yapacağı stand-by anlaşması yılan hikâyesine döndü fakat nihayet son aşamaya gelindi.
Hazineden Sorumlu Bakan Mehmet Şimşek Başbakan Tayyip Erdoğan'dan nihayet geçen hafta sonu aldığı onayla önümüzdeki günlerde Amerika'ya gidip son noktayı koyacak.
Rakam 20 milyar doların biraz üstünde olacak.
Üst düzey bir kaynağıma göre 24 milyar dolar.
Anlaşmanın şekli stand-by yani gerektiğinde kredi kullanmayı içeren ihtiyati stand-by değil.
Yazının Devamını Oku 4 Aralık 2008
Tam iki yıl önce yine bu günlerdi. Çok iyi hatırlıyorum çünkü tüm yöneticiler gibi ben de patronumla personelim arasında Referans'ın bütçesine uygun maaş artış oranlarını konuşuyordum.
Sonuçta performans kriterlerini de dikkate alan bir oran belirlenmiş, belirli bir marj arasında iş, artış oranlarının tek tek personele uygulanmasına kalmıştı.
Fakat ortaya çıkan tablo özellikle en alt grupta maaş alanlar için beni ve diğer yönetici arkadaşlarımı memnun etmemişti.
Yazı işlerinden bir arkadaş o gün hiç unutamadığım şu teklifi yaptı:
"Eyüp Bey gelin bu maaş artışı döneminde yönetici pozisyonunda olan bizler zam almayalım. Hak ettiğimiz zamları maaşı en düşük olan gruba dağıtalım."
Serbest piyasaya ve performans kriterlerine inanan bir yönetici olmama rağmen o gün o teklife hiç tereddüt etmeden "evet" dedim.
Tabii bir şartla.
Tüm yönetici arkadaşlar da gönüllü bir biçimde bu uygulamaya "evet" derse.
Nitekim hemen arkadaşlarla bir toplantı yaptık. Ve kendim dahil tüm yönetici arkadaşların fazlasıyla hak ettikleri artışları, maaşı en düşük olan arkadaşlara aktarma kararı aldık.
İki yıldır -yönetici arkadaşlar hariç- hiç kimseyle paylaşmadığım bu bilgiyi şimdi durduk yere sizlerle neden paylaşıyorum?
Anlatayım.
Koç Holding CEO'su Bülent Bulgurlu dün şu kriz ortamında iş dünyasının üzerinde ciddiyetle durması gereken bir açıklama yaptı.
Bulgurlu'nun gayet gerçekçi bir biçimde çizdiği tablo şu:
"2008'in son çeyreği ve 2009 yılı sıkıntılı olacak. Kâr ve büyüme elde etmek zorlaştı. Bugünkü öngörüler ile son çeyrekte ve önümüzdeki yıl bu yılın ilk 9 ayında elde ettiğimiz birikimlerimizin bir bölümünü kullanacağız. Bu dönemde, şirketlerimiz, verimliliklerini artırarak, kapasite kullanım oranlarını optimum seviyede tutmaya gayret edecekler. Bu doğrultuda azalan kapasite kullanımlarına paralel olarak işçilerimize tam ücretli ve kısmi ücretli izin kullandırıyor, vardiya sayılarını azaltıyoruz. Ancak bugün gelinen noktada, talebin azalması böyle devam ederse daha radikal tedbirler almamız söz konusu olabilir."
Daha radikal kararlar ne olabilir?
Bu ülke 2001 ekonomik krizini yaşadı. Dolayısıyla hiç çekinmeden "daha radikal tedbirler"in adını şimdiden koyalım. Koyalım ki işçi-işveren-yönetici-yönetilen-bürokrat-siyasetçi ayrımı yapmadan hepimizin nasıl bir felaketle karşı karşıya kalabileceğimizi görelim.
Küçülme, kapanma ve toplu işten çıkarmalar!
Evet, hepimizin şimdiden üzerine titrememiz gereken konu bu.
Sakın yanlış anlaşılmasın ne Bulgurlu ne de ben felaket tellallığı yapmak için söylüyoruz bunları. Tam tersi, muhtemel bir kriz dalgasına karşı şimdiden alınabilecek tedbirleri sıralıyoruz. Koç CEO'su Bulgurlu'nun örneği bu yüzden çok önemli.
Koç Grubu'nda beyaz yaka çalışanlar, özellikle de yöneticiler "büyük sağduyu göstererek" 2009 yılı için zam almak istemediklerini bildirmişler.
Bu ve benzeri uygulamalar bence önümüzdeki dönem iş dünyasının ekonomik krize karşı en anlamlı adımlarından biri olacak.
Çünkü bizi de bir şekilde etkisi altına alan dünyanın içinde bulunduğu mali kriz klasik anlamda "işçi-işveren" ayrımını giderek anlamsız hale getiriyor.
Bu yüzden Bulgurlu, "Bu sıkıntılı dönemde, çalışanların ve işverenlerin sağduyulu ve uzlaşmacı bir yaklaşım ile birlikte bulacakları çözümleri çok önemsiyorum. Zira zaman el birliği ile sorunları çözme zamanıdır" diyor.
Önceki gün 2001 krizinin en cin fikirli ve parlak girişimcilerinden olan Twigy'nin sahibi Sinan Öncel Referans'a şu kriz ortamında işçi-işveren anlayışının nasıl değiştiğini gösteren çok çarpıcı bir açıklama yaptı.
Krizden henüz çok ciddi etkilenmediğini belirten Öncel, siparişlerin azalması ve kredi ödemelerinin güçleşmesi durumunda bile kesinlikle işçi çıkarmayı düşünmüyor. Fakat ekliyor: "Çok zorlanmamız durumunda işçi çıkarmak yerine maaş indirimine gidebiliriz. Eğer maaş indirimine gitmek durumunda kalırsam, maaşlarından indirdiğim miktarı bir borç bilirim, 2 ay sonra da olsa, 2 yıl sonra da olsa, aradaki farkı çalışanlarıma öderim."
Önümüzdeki dönemde aynı gemide olduğumuz bilinci ve güven esasıyla benzer uygulamaların çok daha çeşitlenerek artacağına inanıyorum.
Amerika'da otomotiv sanayiinde yaşanan krizden dolayı CEO'lar "1 dolar gibi sembolik maaşla" çalışmayı, sendikalar ise fabrikalarının kapanması yerine çalışma saatleri ve ücretlerde paralel indirimler yapılmasını öneriyor. Dedim ya artık o eski "işçi düşmanı göbekli patron" imajı çoktan yerle bir oldu.
Almanya ve Meksika'da Volkswagen çalışanları adına sendikalar ücret indirimi talep etti. Türkiye'de de birçok işçi-işveren ve sendika "karşılıklı fedakârlık" anlayışına dayalı yaratıcı ve hakkaniyetli çözüm önerileri bulmak zorunda.
60 bin çalışana sahip Koç Grubu ilk işaret fişeğini yaktı.
Darısı her geçen gün etkisini artıran global mali krizin ciddiyetini tam olarak kavrayamayan Ankara'daki politikacıların başına!
Yazının Devamını Oku 27 Kasım 2008
İlerde yüz yılın en büyük ekonomik krizinin tarihini yazacak olanlar "Küresel ekonomik krizin miladı neydi?" diye sorduklarında, tarihe hiç tereddüt etmeden "15 Eylül Lehman Brothers'ın iflası" kaydını düşecekler. Çünkü bir buçuk yıl önce sub-prime mortgage krizi olarak başlayan, daha sonra likidite krizine dönüşen global ekonomik kriz, Lehman'ın iflasıyla birlikte tüm dünyayı etkisi altına alan sistemik bir finans ve güven krizine dönüştü.
Bu yüzden başta ABD olmak üzere dünyanın önde gelen tüm ekonomileri son iki aydır sistemik krizin önüne geçmek için arka arkaya "kurtarma paketleri" açıkladı.
Lehman'ın iflasının hemen ardından ilk hareket Amerika'dan geldi.
Bush Hükümeti 21 Eylül'de Kongre'den 700 milyar dolarlık kurtarma paketi için yetki isteyerek krizle mücadelede "yeni dönemi" başlatmış oldu. Her ne kadar Cumhuriyetçiler ideolojik sebeplerle ilk seferinde ayak sürüseler de 3 Ekim'de Temsilciler Meclisi'nde kurtarma paketini onaylandı ilk acil müdahale yapılmış oldu.
Fakat en cesur müdahale paketi ekim ayının başında İngiltere başbakanı Gordon Brown'dan geldi. Birbirlerine kredi vermemeye başlayan bankalar arasındaki güven ortamının yeniden oluşturulması için Brown toplamı 500 milyar sterlini bulan kurtarma paketini hiç tereddüt etmeden devreye soktu.
Brown'unbu hareketi krizin boyutlarını kavramakta güçlük çeken AB liderlerini geç de olsa yerinden hoplattı.
Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy 13 Ekim'de zor durumdaki bankalar arasındaki kredi alış verişinde 320 milyar euroya kadar garanti verdi. Ayrıca bankaların sermaye artırımı için 40 milyar Euro ayırdı. Yetmedi Fransa ekonomisi için stratejik gördüğü sektörlere AB teamüllerini bile zorlayarak devasa bir teşvik paketi hazırladı.
Merkel gibi devlet müdahalelerine karşı bir lider bile hiç istememesine rağmen krizin şokunu atlatmak için ekim başında tüm mevduata garanti vereceğini ilan etti. Yetmedi Alman Meclisi Bundestag 16 Ekim'de ülkedeki bankaların kurtarılması amacıyla 500 milyar euroluk yardım paketini kabul etti.
Dünya ekonomisinin dinamosu gibi çalışan Çin yavaşlayan ekonominin canlandırılmasına katkıda bulunmak için büyük bir kısmı alt yapı yatırımlarında kullanılacak 1.4 trilyon dolarlık harcama paketi açıkladı.
Rusya finans kuruluşlarına yardım etmek ve ekonomiyi canlandırmak için ilk hamlede 200 milyar doları gözden çıkardı. İrlanda bile 400 milyar Euro'luk kurtarma paketiyle herkesten hızlı davrandı.
Yanı başımızdaki Yunanistan, aynı kategoride bulunduğumuz Brezilya, Güney Kore ve Meksika Ekim başında arka arkaya kurtarma planları açıkladı.
AB Merkez Bankası'nın faiz indirimini, mevduata garanti artışını ve AB Komisyonu'nun 200 milyar euroluk ortak kurtarma fonunu hiç saymıyorum.
Şu anda başta yine ABD olmak üzere dünyanın önde gelen ekonomileri 2. paketleri açmaya, 3.'nün de hazırlığına başladı. Bush Hükümeti önceki gün 800 milyar dolarlık bir yaşam destek planı açıkladı. Bu rakamın 600 milyar dolarlık kısmı krizin kaynağı olan mortgage alanında,
200 milyar dolarlık kısmı ise tüketici kredileri alanında kullanılacak.
Bu arada Obama ise ocak ayında koltuğa oturur oturmaz alt yapı yatırımlarına odaklanacak, ekonomiyi sıçratacak çok kapsamlı bir canlandırma paketi hazırlıyor. Anlayacağınız 3. paket de yolda.
Avrupa Birliği geri durabilir mi, Komisyon Başkanı Jose Manuel Barroso dün AB genelini kapsayacak 200 milyar euro büyüklüğünde bir mali teşvik paketi önerdi. İngiltere başbakanı Brown daha da ileri giderek sırf küçük işletmeleri ve hane halkını desteklemek için 30 milyar dolarlık bir fonla KDV oranını yüzde 17,5'den yüzde 15'e çekti.
Bu arada Brown ilginç bir biçimde bu krizi proaktif ekonomi politikalarından dolayı siyasi anlamda da fırsata çevirdi ve kan kaybeden partisini kamuoyu yoklamalarında yeniden yukarı doğru zıplattı.
Sarkozy geri kalır mı, Fransa'da otomotiv yan sanayi ve inşaat sektörlerindeki durgunluğa son vermek için 25 milyar dolarlık yeni bir paket daha hazırladı.
Artık Avrupa ve Amerika finans ve sektör kurtarma paketlerinin ötesine geçip tek tek şirket kurtarma ve tüketicinin cebine para koyarak ekonomiyi canlandırma safhasını tartışıyor.
Peki dünyanın önde gelen ekonomileri 1. ve 2. paketleri çıkarıp 3 ve 4'ü planlarken 15 Eylül'den bu yana Türkiye ne yaptı?
Maalesef hiç! AK Parti hükümeti hala 1. paketi bile bırakın uygulamayı, açıklayabilmiş değil.
Dünya arka arkaya "kurtarma-tedbir ve canlandırma" paketleri açıklarken Türkiye 2 ayı resmen "kriz bizi teğet geçer" geyiği ile heba etti.
Yok eğer hükümet hala "efendim bu kriz gelişmiş ülkelerin krizi onlar bu yüzden arka arkaya kurtarma paketleri açıklıyor. Bizim ne tedbire ne kurtarmaya ne de canlandırma paketlerin ihtiyacımız var" diye düşünüyorsa uyandırma babından sadece iki veri aktaracağım.
1- Arka arkaya paketler çıkaran AB ve EFTA ülkelerinde otomobil pazarı Ekim ayında yüzde 14.5 daralırken, Türkiye otomobil pazarında kan kaybı sıkı durun yüzde 39.2.
Şimdi anlıyor musunuz sadece Bursa'da Ekim ayında 30 bin kişinin neden işsiz kaldığını, Türkiye'nin en büyük otomotiv firmalarının bile "kısa çalışma ödeneği" için İŞKUR'a neden müracaat ettiğini?
2- Dün Referans yazarı Şevket Sürek alarm veren ekim ve kasım ayı ihracat rakamlarını sektörler bazında açıkladı. Yıllar sonra ilk defa arka arkaya iki ay ihracat rakamları lokomotif sektörler de bile yüzde 30'ları aşan azalma içinde.
Eğer bu veriler de AK Parti hükümetini harekete geçirmeyecekse vay halimize.
Yazının Devamını Oku