Ne de olsa 15 yıllık siyasi yaşamını ‘akademik hayata tekrar dönüyorum’ diyerek noktalamasının üzerinden henüz bir yıl bile geçmemişken başta AK Parti olmak üzere Türk siyaseti büyük bir türbülansa girdi.
Kimilerine göre partisinin yönetim ve siyaset anlayışını şiddetle eleştiren Şener için gün doğdu.
Kimileri için ise özellikle kapatma davasından sonra ‘cenaze evinde düğün yapmak için bekleyen’ siyasetçi görüntüsü verdiği için oportünizmin kucağında geçmiş yıllarda oluşturduğu siyasi krediyi yedi.
Kim ne derse desin, geçen hafta Ankara’da uzun uzun sohbet ettiğim Abdüllatif Şener ciddi ciddi akademik çalışmalarını tamamlamak için önce İngiltere’ye ardından da Fransa’ya gitmeyi planlıyor.
Akşamüzeri BaşbakanYardımcısı Cemil Çiçek aradı.Mecliste kiminle karşılaşsa yazımda bir cümle olarak geçen ‘resmiyet kazanan gizli misyonu’ ile ilgili sorguya tutulmuş.
‘Sizin komplocu olmadığınızı biliyorum ama bu ortamda benimle ilgili ‘gizli misyon’ tabirini kullanmanız, herkesin bin bir türlü başka senaryolar üretmesine sebep oldu.’ dedi.
Uzun uzun parti kapatma davasıyla birlikte Ankara’nın nasıl mantık sınırlarını zorlayan senaryolar şehrine dönüştüğünü anlattı.
‘Ellerinden gelse benden bir dönem ‘karanlıklar prensi’ olarak meşhur olan Richard Perle gibi bir portre çıkaracaklar ama inanın ben öyle bir adam değilim. Ne yapıyorsam, kamuoyunun önünde arkadaşlarımla birlikte partim ve devletim için yapıyorum.’ dedi.
‘Her şey Tayyip Bey ve partinin yetkili kurullarının bilgisi dahilinde’ demeyi de ihmal etmedi.
Yarım saati bulan telefon konuşmamızda Cemil Bey’in anlattıkları arasında şu an içinde bulunduğu psikolojiyi anlatması bakımından üç şey dikkatimi çekti.
Bir
Oysa Ankara temsilcimiz Erdal Sağlam’la birlikte makamında ziyaret ettiğimiz Haşim Kılıç, cuma günü saat 3 itibariyle ‘rapor henüz bana ulaşmadı’ diyordu.
Biz Anayasa Mahkemesi’nden çıktıktan 2 saat sonra ise raporun nihayet başkana ulaştığı bilgisi geldi.
Niye anlatıyorum tüm bunları?
Cuma günü Ankara’da bir randevudan diğerine koşarken gün boyu şiddetli başağrısı ile dolaşmama sebep olan akıl almaz kapatma senaryolarının basit bir gelişmeyle nasıl yerle bir olduğunu gösterebilmek adına.
Tıpkı iki kallavi ağrı kesiciye rağmen gün boyu peşimi bırakmayan şiddetli başağrısının, daha uçağım İstanbul’a doğru yeni havalanmışken kendiliğinden Ankara’da kalmaya karar vermesi gibi!
Şaka bir yana Ankara tam anlamıyla cadı kazanı.
Ve bu kazanda herkes pozisyonuna uygun senaryo üretiyor.
Şundan emin olun, hiç kimse kapatma davası ve sonrasına ilişkin tam olarak ne olacağını bilmiyor. Buna Erdoğan, Baykal hatta Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç ve diğer üyeler de dahil.
Bu veciz söz bana değil, Yapı Kredi’nin sponsorluğunda düzenlenen ‘Sürdürülebilir Büyüme’ başlıklı THEBOX konferansında buluştuğumuz Fransız düşünür ve ekonomist Jacques Attali’ye ait.
Uyarısı, bulduğu her fırsatta ‘en az 3 çocuk yapın’ tavsiyesinde bulunan Başbakan Tayyip Erdoğan’a.
‘Türkiye’nin nüfusu önümüzdeki yıllarda 20 milyon daha artacak, bu nüfusu nasıl dönüştüreceğinizi iyi bilmeniz ve Avrupa’ya da iyi anlatmanız gerekiyor.’ diyecek oldu, yemekte aramızda bulunan bir gazeteci arkadaş Tayyip Bey’in ‘en az 3 çocuk tavsiyesini’ hatırlattı.
Şaşkın bir biçimde başbakanın neden böyle ısrarlı bir açıklama yaptığını anlamaya çalışan Attali, Erdoğan’ın Avrupa’nın yaşlanmasını örnek göstererek 3 çocuk uyarısında bulunmasını hayretler içerisinde karşıladı.
Önce Avrupa’nın yaşadığı sorunla Türkiye’nin yaşadıklarının neden karşılaştırılamayacağını anlattı.
Arkasından da Türkiye gibi eğitim, sağlık, istihdam özellikle de kadınların istihdama katılımı sorununu ciddi bir biçimde yaşayan bir ülkenin demoğrafik artışa müsade ederek demokrasisini tehlikeye sokabileceğini vurgulamak için yukardaki veciz sözle Erdoğan’ı uyardı.
70 milyondan 90 milyona çıkmanın Türkiye için zaten ciddi bir yönetim sorunu olduğunu, bunu daha da arttıracak bir politik anlayışın, Türkiye’nin demokrasi ve yönetilebilirlik kalitesini aşağı çekeceğini söyledi.
Başbakan hemen alınmasın.
Gül, Çankaya’da tıpkı Dışişleri Bakanlığı döneminde olduğu gibi Avrupa Birliği ile ilişkilerin gelişmesi için çaba sarf ediyor.
Bu yüzden sembolik önemde de olsa Avrupa Günü kutlamalarını Çankaya’ya taşıdı.
Niyeti bu işi geleneksel hale getirmek.
Resepsiyonda Gül’ün açıklamaları dahil konuşulanlar basına yansıdı. O yüzden ben bugün size açıktan konuşulanları değil, ‘gizliden gizliye geliştirilen senaryoları’ anlatmak istiyorum.
Bir biriyle bağlantılı bağlantısız onlarca senaryo arasında özellikle ikisi, bana sorarsanız asıl ikinci anlatacağım önemli.
Uzun zamandır Ankara’ya hakim olan birinci ve kısmen bilindik senaryo şu.
Türkiye’de AK Parti ve Tayyip Erdoğan döneminin sonuna gelindi. Parti kapanacak, Erdoğan’a siyasi yasak gelecek asıl önemlisi Erdoğan’ın siyasete geri dönüş yolları bir dizi operasyonla tamamen kapatılacak. AK Parti Genel Merkezi’nde bile hakim olan bu senaryoda yeni unsur şu. Parti kapatama davası Temmuz gibi neticelenmeyecek, son baharda ekonomide esecek olumsuz rüzgarların da etkisiyle Kasım-Aralık gibi kapatma kararı alınacak. AK Parti istediği kadar ek süre talep etmesin, süreç başbakanın zannettiğinden uzun olacak. Çünkü süreç ne kadar uzarsa hükümet o kadar yıpranır ve yıpratılır. Zaten bu yüzden Anayasa Mahkemesi parti kapatma davasında çok belirleyici olacak türban kararını geciktiriyor. İstense CHP’nin itirazından sonra anayasa değişikliği ile ilgili karar çoktan verilirdi. Oysa mahkeme işi ağırdan almayı tercih ediyor.
Bu senaryo üç aşağı beş yukarı Ankara’daki genel havayı yansıtıyor. Kiminle konuşsanız buna benzer şeyler anlatıyor.
Eyüp Can sözünü ettiği işinsanlarının komünist olmayacakları kanaatinde. Benim de kestirme cevabım hayır. İş adamları olsa olsa Keynezyan ya da sosyal demokrat olur. Yani toplumsal bölüşümdeki adaleti savunur. Ama kapitalist dünya ekonomisinin üstüne oturduğu ücretli emeğin ürettiği artı değerin “sömürüsüne” dayalı bir sistemi ortadan kaldırmak, üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmanın meşruiyetine dayalı bir sistemi yıkmak istemez.
Böyle bir şey sermaye birikiminin temel mantığına aykırıdır. Her hangi bir işinsanının bunu savunması kendi varlık nedenini ortadan kaldırması anlamına gelir. İşinsanları filozof Marx’ı, hümanist Marx’ı sevebilir. Ancak Marx aynı zamanda eylemcidir ve devrimi savunur. Kapitalist sistemin işleyişini deşifre eder, bu işleyişin içine sinmiş olan adaletsizliği, yabancılaşmayı, meta fetişizmini anlatır.
Marx, malların kullanım değerleri ile değişim değerleri arasındaki farktan bahseder. İşçileri ayaklandırır, onları zincirlerinden kurtulmaya, yeni bir dünya düzeni kurmaya teşvik eder. Toplumu sınıflara ayırır, üstünde uzlaşılması mümkün olmayan çelişkilerden söz eder. Kendinden sonra gelenlere de ışık tutarak, dünyanın ezenler ile ezilenler diye ayrılmasına neden olur.
Mülkiyetin kutsallığı üstüne oturan meşruiyet anlayışının hegemonyasını kurmuş
Bu işin 3. bir yolu yok mu?" diye sordu.
İshak Alaton mesaj gönderdi: "Bugün ele aldığın mevzu, ciddi bir tartışmalar serisinin başlangıcını tetikleyebilir. Bu toplumun öncelikle Marx ile barışmayı göze alabilmesinin zamanı geldi. Ayrıca, Adam Smith'in, ince ayarlı tedbirler sayesinde, faydalarının devam etmekte olduğunu da topluma anlatmamız gerekir."Bir de önerisi var. Bir televizyon kanalında Smith ve Marx’tan hareketle bugün yaşadığımız ekonomik sorunlar tartışılsa...
Televizyonculara duyurulur.
Açıkçası ben küresel anlamda yaşanan ekonomik sıkıntıların çözümünü Marx’tan ziyade Smith’te görüyorum. Bu yüzden de geçen yazıda bıraktığım yerden devam etmek istiyorum.
Marksist teori sosyal demokrasinin gelişmesine yaptığı katkılara rağmen hâlâ büyük ölçüde korumacı, anti-piyasacı ve küreselleşme karşıtı.
Dolayısıyla Hamdi Akın’ın özlediği anlamda Anthony Giddens’ın entelektüel temellerini attığı Blair ve Schroder’in Avrupa’da "3. Yol" adı altında uygulamaya çalıştığı alternatif model her ne kadar Türk solunun en büyük ihtiyaçlarından biri olsa da, benim açımdan çok cazip değil. Çünkü 3. Yol, tüm parlak söylemlerine rağmen küresel rekabet ortamında korumacı Avrupa ekonomisine bile çare üretmekte zorlandı, bırakın dünya ekonomisine model olmayı.
CHP’ye mahkum Türk solunun Avrupa tarzı sosyal-liberal bir harekete ihtiyacı var, bunda hiç kuşkum yok, fakat ben yoksulluğa karşı global anlamda en uygulanabilir çözüm önerilerinin hala Smith’in Theory of Moral Sentiments’de ele aldığı empati ve dayanışma esasına dayalı yolu izleyenlerden geldiğini düşünüyorum.
Devamını hafta sonu katıldıkları "MBA Forum 2008" toplantısında Ferit Şahenk ve Hamdi Akın getirdi.
İshak Bey, GE'nin efsanevi CEO'su Jack Welch'e İşTcell Liderler Konferansı'nda şöyle bir soru sordu: "Aşırı derecede artan enerji ve gıda fiyatları binlerce insanın açlık ve yoksulluk çekmesine, hatta ölümüne yol açıyor. Serbest piyasa ekonomisi artık işlevini yerine getiremiyor mu? Adam Smith öldü sanırım. Çözüm için insanlığın Karl Marx'ı yeniden keşfetmesi mi gerekiyor?"
Salonda çok büyük bir alkış koptu.
Fakat Welch hem soruyu hem de alkışı tam olarak anlayamadığı-belki de Amerika standartlarında fazla ideolojik bulduğu-için "saçma" diyerek kestirip attı.
Oysa ne kadar saçma bulursak bulalım, kapitalizmin muhteşem buluşu olarak sunulan türev piyasaların serbest piyasa ekonomisini işlemez hale getirdiği, İngiltere ve Amerika gibi en piyasacı Merkez Bankaları'nın batık bankalara hazine bonosu ve tahvil pompaladığı şu günlerde, Greenspan'in tanımlamasıyla "Türbülans Çağı"nda, Alaton'un sorusu cevabımız ne olursa olsun tartışmayı fazlasıyla hak ediyor.