Yıkılmadık, ayaktayız

Ertuğrul ÖZKÖK
Haberin Devamı

Bir insan kanser olduğunu öğrendiği an acaba ne hisseder? Bundan yıllarca önce bir tanıdığımı doktora götürmüştüm.

Doktor, yakınıma ‘‘gırtlak kanseri’’ teşhisi koymuş ve bunu da hemen yüzüne söylemişti.

Önce bir sessizlik oldu.

Sonra yakınım sessizce ağlamaya başladı.

Çaresizliğin, ince bir ağlamaya dönüştüğünü ilk defa orada gördüm.

Bu, başka, hiç tanımadığım bir ağlamaydı.

İnce, sessiz, utangaç, rahatsız etmeyen, mahrem ve soylu bir ağlama.

Umutsuzluğun gözyaşı haline dönüşünün bu kadar hüzünlü olduğunu ilk defa o gün öğrendim.

* * *

Önceki akşam Jose Carreras'ın muhteşem konserini izlerken, o soru yine aklıma takıldı.

Sahnenin arka perdesinde iki cümle yazıyordu:

‘‘O başardı. Lösemiyi yendi.’’

Evet önümüzde lösemiyi yenmiş muhteşem bir sanatçı, bize hayata asılmanın ne olduğunu dünyanın en evrensel diliyle anlatıyordu.

İki saate yakın sahnede kaldı.

Tek kelime hastalıktan söz etmedi.

Bütün hareketleri zarif ve ölçülüydü.

İki şarkı arasında cebinden çıkardığı beyaz mendille ağzının kenarını kurulayıp, orkestra şefine başlayabilirsin işaretini verirken sadece hareketler ve mimikler konuşuyordu.

Zarif ve ölçülü hareketler.

Hareketlerinin zarafet performansı, en az sesinki kadar yüksekti.

Demek ki tenorluk sadece şarkı söylemek değilmiş.

Aynı zamanda bir zarafeti taşımak, bir mimikler ve eller konçertosunu yönetmekmiş.

Aynı zamanda duyguları.

Ve büyüklüğü....

* * *

Carreras, Sertab Erener'le birlikte söylerken, amatör psikiyatr yanım iyice sivriliyor.

En küçük jesti, en hafif dokunuşu okumaya çalışıyorum.

Sertab Erener, çok heyecanlı.

Çok hoşuma giden tarafı ise bu heyecanını saklamaya uğraşmaması.

İnsan haklı olduğu zaman heyecanını niye saklamaya çalışsın ki?

Carreras gibi bir efsanenin yanında söylemenin heyecan bedeli olması gerekir.

İşte o zor anda Carreras'ın sihirli dokunuşu geliyor.

Sertab'ın elini tutuyor.

Müsekkin duygular ince bir elektrik halinde Sertab'a geçiyor.

Mükemmeliyet, heyecanın yarattığı zaafla dünyanın en insani düetini yaratıyor.

Carreras ve Sertab Erener...

Birisi yaşlanmanın kapılarından girmeye doğru gidiyor.

Öteki daha gençliğin bekleme odasında.

Her ikisi de başarmışlar.

Her ikisi de hayatlarının bir döneminde bir hastalığı yenmişler.

Biri mükemmeliyeti temsil ediyor.

Öteki insani heyecanı.

Biri sakinleştiriyor, öteki sakinleşmeye teslim oluyor.

Operadaki Hayalet yavaş yavaş cismani bir hale dönüşüyor.

* * *

Bizlerse, kirli bir yağmurun kararttığı İstanbul gecesinde yine o bitip tükenmek bilmeyen hayat muhasebelerinden birine dalıyoruz.

İnsan kanser olduğunu öğrendiği an neler hisseder?

Güzel yaz günleri, insanı mest eden deniz kenarları, buz gibi soğuk bir bira, bir kadeh kırmızı şarap, güzel bir kadın gövdesi, bütün bu hazlar öyle bir günde acaba neye dönüşür?

Bir zamanların en büyük hazları, bir anda insanı her saat başı yeniden bıçaklayan bir seri katil haline mi gelir?

Yoksa, bütün o güzellikler, yaşanmışlıklar, hazlar dünyanın en kudretli ilaçları haline gelip insanı hayata mı bağlar?

Ne olur?

Önceki gece, sahnenin duvarında, ‘‘O başardı, lösemiyi yendi’’ yazıyordu.

Ve o yazının önünde bir ses, mimik ve el hareketleri konçertosu, çoğumuza banal gelen iki cümlenin ne kadar anlamlı olduğunu öğretiyordu:

‘‘Yıkılmadım, ayaktayım...’’

Yani hayata asılmanın istiklal marşı.



Yazarın Tüm Yazıları