Paylaş
İnsanoğlu 159 yıldır “Yaradılış”ın gerçek hikâyesi üzerinde kavga ediyor...
Geçen perşembe günü bu iki “Yaradılış” hikâyesine bir üçüncüsünün eklenmesinde çok önemli bir gelişme oldu.
Bu adım da Nature dergisinin 16 Nisan 2020 günü yayınlanan son sayısında atıldı.
Şimdi bu gelişmeyi, üzerinde yazılan numaraları izleyerek okuyalım.
1’İNCİ ADIM
12 ÜLKEDEN 500 FİZİKÇİNİN AYNI GÜN SORDUĞU SORU
DERGİNİN kapağında ilk bakışta anlaşılması güç bir fotoğraf vardı.
Burası Japonya’da Hida şehri yakınlarındaki İkeno Dağı’nın 914 metre altındaki Süper Kamiokande Gözlemevi’nin içiydi.
Derginin kapağında cevabı aranan soru ilk bakışta uzay biliminin çok teknik bir konusu gibi duruyordu:
“Büyük Patlama neden ‘Hiçlik’ten daha fazla bir şey üretti?”
Dünyanın 12 ülkesinden 500 fizikçi işte bu sorunun cevabını bulmak
için Kyoto Üniversitesi’nden Atsuko K. Ichikawa başkanlığında bir araya gelmişti.
Bu projeye “T2K” adı verilmişti.
İşte bu heyet araştırmalarının ilk sonucunu, insanlık korona ile boğuşurken, geçen çarşamba günü Nature dergisinde yayınladılar.
2’NCİ ADIM
MADDE VE ONUN DECCAL İKİZİ KARŞI KARŞIYA GELİNCE
EINSTEIN yıllar yıllar önce İzafiyet Teorisi’ni anlatırken şunu söylemişti:
Evren’in oluşmasına yol açan Büyük Patlama’dan sonra eşit miktarda madde ve antimadde ortaya çıkmıştı. Madde ve antimadde karşı karşıya geldiğinde birbirini yok ediyordu. Bundan da enerji ortaya çıkıyordu.
Sorun şuydu:
Madde ve maddenin Deccal ikizi olan antimadde birbirini yok ediyorsa, o zaman Güneş, yıldızlar, Dünya, Kainat nasıl oluşmuştu?
Demek ki bu böyle olmamıştı...
3'ÜNCÜ ADIM
HER AN BEDENİMİZE GİRİP ÇIKAN HAYALETİ NEDEN ANLAMIYORUZ
GEÇEN çarşamba günü yayınlanan makalede anlatılanları herkesin anlayabileceği bir dile tercüme edersek şu söyleniyordu:
“Bunun sırrı hayalet firari artistlerde yatıyor...”
Yani nötrinolarda.
Nötrinolar, evrendeki büyük felaketlerden kaçıp kurtulan firari atomaltı parçacıklarıydı.
Bilim insanları kendi aralarında bunlara “Firari hayalet sanatçılar” diyorlar.
Çünkü bunlar ilk büyük felaket sayılan Büyük Patlama’dan, Güneş’teki patlamalardan, infilak eden yıldızlardan, çarpışmalardan kaçıp kurtulan atomaltı parçacıklar.
Bu hayalet sanatçıların her gün her an milyarlarcası bizim bedenimize de giriyor ve çıkıyor.
Düşünün ki onlar Büyük Patlama dahil, kainatın bütün büyük felaketlerine, kaoslarına, oluşumlarına tanık olmuş parçacıklar.
Her şeyi görmüşler, tanık olmuşlar...
Uzayın vakanüvisleri onlar.
Ama onlar hayalet olduğu için, dillerini bilmiyoruz, onlarla konuşamıyoruz, bize getirdikleri bilgileri okuyamıyoruz.
Bilim insanları ise okuyor.
4’ÜNCÜ ADIM
KAİNAT YARATILIŞTA BİR DOĞUM SANCISI ÇEKTİ Mİ
JAPONLAR bir süre önce işte bu nötrinoların davranışlarında birtakım anormallikler keşfettiler.
Bunu hepimizin diline çevirirsek şöyle diyebilirdik:
Bu hayalet firari sanatçılar bize bir doğum sancısını ve ölüm ıstırabını anlatıyordu.
Yani maddenin doğumu sırasında bir sancı çektiğini, hiçliğin de aynı şekilde bir ölüm ıstırabı yaşadığını anlatıyorlardı. Yaradılışın, yani kainatın ve bizim yaradılışımızın başında böyle bir doğum sancısı çekilmişti.
Peki ama yaradılış ve yok oluş aynı anda eşit ölçüde ortaya çıkmışsa, Kainat ve biz nasıl oluşmuştuk?
Bunun cevabını da günlük dilimizde şöyle verebiliriz:
Büyük Patlama bilançosunun fazla vermesi sayesinde...
Artık biliyoruz ki, Büyük Patlama büyük bir bilanço yapıyordu. Ve bu bilançoda madde fazla veriyordu... Yani Kainat kâra geçiyordu.
O nedenle hep “Hiçlikten çok bir şey vardı” ve o da maddeydi.
Tabii madde varsa, Kainat da var. Yıldızlar ve Dünya da var. Biz de varız.
5’İNCİ ADIM
YARATTIĞIMIZ FELAKETLER BU BİLANÇOYU TERSİNE ÇEVİRİRSE
AMA bir gün Kainat iyi yönetilmezse, yani Kainat, tabiat kârdan zarara geçerse...
Yani kendi yarattığımız felaketlerle bu bilançoyu altüst edersek...
İşte o zaman “hiçlik”, yani maddenin Deccal ikizi, maddeden daha fazla bir şey üretmeye başlar...
Kutsal kitapların “Yaradılış” hikâyesine inananlar, onun “yok oluş” hikâyesine de inanırlar ve buna “kıyamet” derler.
Bilim ise şimdilik daha çok “maddenin yaradılışının” gerçek hikâyesi ile meşgul...
Ve korona, bilimi insanların gözünde inançtan daha büyük bir umut haline getirirken, bilim insanları da “üçüncü bir yaradılış hikâyesini” yazmaya başladı.
..........................
- NOT: Tabii geçen çarşamba yayınlanan o makaleyi ben haddinden fazla popülerleştirerek size anlattım. İş bu kadar basit değil. Ama anafikri bu.
BİR TARİKAT, BİR KİTAP, BİR SERİ CİNAYET FİLMİ
GEÇEN hafta streaming platformlarda gösterime giren “Alef” dizisinin ilk bölümlerini izledim.
Ben seri cinayet ve seri katil meraklısıyım ve bizim nüfusumuz öyle hiç de az değildir.
Yıllardır şu tartışılır:
“Türkiye’de niye seri cinayet olayı yoktur?”
“Olmadığı için de romanı yazılabilir, filmi çekilebilir mi?”
Diziyi seyrettikten sonra şunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Seri cinayet olmasa bile romanı yazılıp filmi pekâlâ çekilebilirmiş.
“Alef”i büyük bir keyifle ve merakla izledim.
Neden beğendiğimi de anlatayım.
BİR SÜPERSTAR YARDIMCI AKTÖR OLURSA NE OLUR
- SENARYO: Emre Kayış’ın yazdığı senaryo çok akıcı. Karakterler oturmuş. Entrika cazip. Olayın örgüsü içinde yer alan tarikat olgusu hiç suniliğe düşmüyor. Zorlama ve kolaj hissi hiç vermiyor.
- YÖNETİM: Emin Alper diziyi çok başarılı yönetmiş. Filmin akışı bir David Fincher ritminde, ağır olmasına rağmen, insana süratli aktığı duygusu veriyor. Bunda sekansların kısa ve geçişlerin başarılı olmasının etkisi var.
- OYUNCULAR: İlk bakışta klişe iki ‘partner’ dedektif tipi görüyorsunuz. Amerikan filmlerinde çok sık gördüğümüz birbirine zıt karakterde iki polis. Biri mektepli, öteki okullu. Ancak iki oyuncu bundan çok özel iki portre çıkarmayı başarmış.
- KUTLARIM: Tabii ki “Settar” rolündeki Ahmet Mümtaz Taylan her zamanki performansıyla yine çok iyi. Kenan İmirzalıoğlu’na gelince... Filmde sessizliği ve olaylara çok karışmaması ile sanki “yardımcı aktör” gibi bir hava yaratıyor. Ama başarısı bana göre orada. Bir süperstar olarak aynı “Seven” filmindeki Brad Pitt profiline benzer şekilde başarıyla oynamış.
- IŞIK: Özellikle kutlarım. Son yıllarda özellikle Amerikan filmleri 8K teknolojisine uygun çok karanlık çekiliyor ve seyretmekte zorlanıyorum. “Alef” de sık sık karanlıkta geçen bir film ama ışık çok başarılı kullanılmış.
TÜRKİYE’DE GEÇEN FİLMDE İLLA MİLLİ MÜZİK Mİ OLMALI
- MÜZİK: Mercan Dede, iki karakterin müzik zevklerini ayırmakta detaylara çok dikkat etmiş. Mektepli rakı içerken, okullu viski içiyor. Okullunun cep telefonu klasik müzik çalıyor, fonda ise smooth caz var. Tek itirazım epey önemli olan araba sahnelerinde kullanılan Türk müziğinin, filminin ritmini çok düşürmesi ve alaturkalaştırması.
Bunda “filme lokal bir hava verilmesi” amaçlanmış olabilir.
Ama son yıllarda dizilerde ve filmlerde bu anlayış tamamen kırıldı. “Parazit” filminde klasik müzik, hatta İtalyan pop şarkısı kullanıldı. Naçizane görüşüm: Bu dizi eğer uluslararası platformlara da gidecekse araba sahnelerinin müziğinin yeniden gözden geçirilmesinde fayda var.
KORONA 18 YAŞIMIN BİR YAZINI DA ALIP GÖTÜRDÜ
- 1965 yazı...
18 yaşındayım... Üniversiteye başlamaya hazırlanıyorum.
Beatles, Rolling Stones, Bob Dylan ilk gençliğimin bütün İtalyan ve Fransız şarkı repertuvarını ezip geçmiş...
Ama o yaz Fransa’dan öyle bir şarkı geldi ki...
“Aline”...
Levanten İzmirim yine geri döndü...
O şarkı hayatıma girdi ve bir daha hiç çıkmadı...
*
İşte o harikulade şarkıyı söyleyen Christophe geçen hafta koronavirüse yenik düştü...
74 yaşındaydı...
Oysa çok güzel olaya hazırlanıyordu.
Wes Anderson yeni filmi “The French Dispatch”ta onun bu şarkısını kullanmıştı.
*
1965 harikulade bir yıldı. Hayatımın en güzel yazlarından birini yaşamıştım.
Türkiye bir de Herve Vilard’ın “Capri C’est Fini”sini dinliyordu.
KATKIDA BULUNANLAR
SAYFA EDİTÖRÜ: FİRUZAN DEMİR
FOTO EDİTÖRÜ: UMUT VEİS
DÜZELTMEN: METİN USTA
TASARIM VE UYGULAMA: SELMA SONGÜL ZENGİN
Paylaş