DÜN sabah çok erken uyandım. Televizyon kanallarından birinde Janis Joplin’in hayatıyla ilgili bir film vardı.
1970, isyankár pop kuşağının hazan mevsimiydi.
Jimi Hendrix, Jim Morrison ve Janis Joplin bir ölüm kuyruğuna girmişti.
Üçü de aceleciydi.
Film, Janis Joplin’in o çok sevdiğim şarkısıyla bitiyordu:
‘Me and Bobby McGee...’
Ve bütün gençliğim boyunca mücadele ettiğim o cümle yine oradaydı:
‘Bütün yarınlarımı, bir düne değiştim.’
* * *
Önceki cumartesi günü Paris’te yağmur yağıyordu.
Her Paris seyahatimde olduğu gibi Muammer Elveren’le yine Seine kıyısından yukarı doğru gidiyorduk.
Yine ‘Radio Nostalgie’ açıktı.
Bu defa Sylvie Vartan çalıyordu.
‘La plus belle pour aller danser.’
‘Bu gece dansın en güzel kızı ben olacağım.’
Tesadüf ben de Sylvie Vartan’ın hatıralarını okuyordum.
Aklıma, Doğan Hızlan’ın başlattığı polemik geldi:
Pop müzisyenleri arasından dáhi çıkmaz.’
Deha nedir, nasıl ölçülür hiç bilmem.
Ama bildiğim bir şey var.
En küçümsediğiniz pop müzik sanatçılarının arkasından çok derin kişilikler çıkabilir.
Jim Morrison daha lise yıllarında James Joyce’un ‘Finnegans Wake’ini okuyan ender insanlardan biriydi.
Jimi Hendrix, gitar tekniğinde bugün bile aşılamayan bir dönemi açmıştı.
Janis Joplin için ise şunu söyleyebilirim:
Sadece ‘Me and Bobby McGee’yi söylemesi bile, onun derinliğinin şahidiydi.
* * *
Ya Sylvie Vartan...
O küçük, minyon, soğuk sarışın!..
Siyah saçlı ve erkek olduğu için kendini zeki ve yetkili sanan bir Fransız gazetecinin ‘Respectueuse du trottoir’, yani kaldırım güzelinin maskeli ifadesini yapıştırdığı bu kız çocuğunun içinde bir derinlik olabilir miydi?
Bu küçük kız 1963 yılında henüz 19 yaşındaydı.
Nation meydanında 150 bin genç, transa girerek onu dinliyordu.
Sandalyeler kırılıyor, camlar indiriliyordu.
Le Monde’un, Fruna-Press’in, Journal du Dimanche’ın kelli felli yorumcuları bu küçücük çocuklarda, sadece ve sadece ‘dejenere’ bir kuşağın temsilcilerini görüyorlardı.
Oysa o pop meydanlarında, 68 Mayıs’ının provaları yapılıyordu.
Belki bir tek sosyolog Edgar Morin, ilk işaretleri sezebiliyordu.
* * *
Sylvie Vartan da benim gibi bir Bulgaristan göçmeniydi.
Bizler Bulgar zulmünden kaçmıştık.
O, Stalin zulmünden ülkesini terk etmişti.
Biz Türk’tük, Doğu’ya gitmiştik.
O Bulgar’dı, Batı’ya yönelmişti.
Trene bindiğinde henüz 8 yaşındaydı ve tek kelime Fransızca bilmiyordu.
On yıl sonra ise Fransa’nın en büyük iki pop idolünden biriydi.
Bunu başarabilmek için insanın içinde bir şeyler olması gerekmez mi?
* * *
1964 yılında Paris-Press’in popçulara yukarıdan bakan bir yazarı, ona aptal sarışın elbisesi giydirmek için şu soruyu sordu:
‘Jacques Prevert’in kim olduğunu biliyor musun?’
Ukala yazar, küçük sarışından hiç beklemediği şu cevabı aldı:
‘Ya sen, Schiller’in kim olduğunu biliyor musun?’
Sylvie Vartan, bir Fransız şairine, bir Alman şairi ile cevap vermişti.
O küçük kız, daha lise yıllarında bir Moliere hastasıydı.
Onun eserlerini ezbere okuyordu.
En büyük ideali bir Moliere oyuncusu olmaktı.
Büyük bir pop yıldızı oldu.
* * *
1963 yılında Fransa’nın Le Cannet şehrinde verdiği konser, ses tertibatındaki bozukluk yüzünden tam bir felaketle bitti.
Seyirciler bütün koltukları kırdılar.
Şehrin belediye başkanı, Sylvie Vartan’a savaş açtı, onu televizyonda canlı yayına davet etti.
Sylvie Vartan kabul etti.
Henüz 19 yaşındaydı ve politikacı bir kurdun karşısına çıktı.
Belediye başkanı, ona sineğe bakar gibi bakıyordu.
‘Sen kimsin ki, yedi yıl sonra seni kimse hatırlamayacak bile...’ dedi.
Küçük kız cevap verdi:
‘Öyleyse size 7 yıl sonrası için burada randevu veriyorum. Bakalım o gün ben hálá şarkı söylüyor olacak mıyım, siz de belediye başkanı olarak kalacak mısınız?’