DÜN sabah Zincirlikuyu Mezarlığı’na yağmur yağıyordu.Her yıl olduğu gibi Çetin Emeç’i ölüm gününde anıyorduk.
Aradan 16 yıl geçmiş. Farkettim ki, mezar başında her anma gününe biraz daha yaşlanmış gidiyoruz.
Demek ki bu anmaları başka bir yola sokma zamanı gelmiş.
Yani Çetin Bey’i yaşayan haliyle anma zamanı gelmiş demek istiyorum.
* * *
Öldürüldüğü sabah gazetedeki odasına girdiğimde, masasının üzerinde iki CD dikkatimi çekmişti.
Biri Miles Davis’in "Kind of blue" klasiğiydi.
Öteki ise Stan Getz ile Astrud Gilberto’nun CD’si.
İkisini de ben hediye etmiştim.
Son günlerde ne zaman yanına gitsem bu CD’lerden birini dinliyordu.
Özellikle Stan Getz’inki, bana göre onun hayatının ritmine en uygun şarkıydı.
Allegro ma non trappa
İşte orada kendi kendime dedim ki, "Artık ağıt yıllarını kapatıp, ritmik yıllara geçme zamanı geldi."
Onun hayat zevklerinden nasibini almamış katillerinden en güzel intikam alma yolu bu olmalıydı.
* * *
Yaşasaydı, onunla mutlaka, dün Hürriyet’in tepesine koyduğumuz başlığı tartışırdık.
"Aptal sarışın, gay romancı...."
Evet, Oscar ödüllerinin sonuçlarını bu başlıkla verdik.
Töreni canlı yayında seyrettim.
Bu yıl çok istediğim iki şey vardı ve oldu.
Reese Witherspoon’un en iyi kadın oyuncu ödülünü almasını çok istiyordum.
Onu ilk defa "Legally Blonde" filminde seyretmiştim.
Herkesin "Aptal" sandığı kolejli bir sarışını oynuyordu.
Herkesin alaylı bakışları altında Harvard’ın hukuk bölümüne giriyor ve birincilikle mezun oluyordu.
Filmin sonunda o kadar mutlu olmuştum ki...
Sanki Harvard’ın o ukala öğrencilerine nanik yaparak birincilik kürsüsüne çıkan insan bendim.
O aptal sarışın, belki de, halk okullarında okuyan bütün çocuklar adına intikamımızı almıştı.
* * *
Gay romancı ise, "In cold blood" romanını okuduğum günden beri hayatımda özel bir yeri olan Truman Capote’nin hayatını anlatıyordu.
Truman Capote, eşcinsel bir yazardı ve bunu hiçbir zaman saklamamıştı.
Zaten saklasa da, o abartılı efemine konuşması mutlaka onu ele verirdi.
Philip Seymour Hoffman, bu rolle en iyi erkek oyuncu ödülünü alırken, kürsüdeki adam, Truman Capote’nin kendisiydi.
Onun meydan okuyuşuydu.
* * *
Yaşasaydı Çetin Emeç’le mutlaka "Brokeback Mountain" filminin son sahnesini konuşurdum.
Hoş mezarının başında, tek başıma konuşmak belki de daha güzel olurdu.
Zaten onu yaptım.
Arkadaş mı, eşcinsel çift mi, heteroseksüel mi, yoksa biseksüel mi, yoksa bunların hepsi mi olduğunu anlamadığım bu iki insanı anlatan film gerçekten çok etkileyiciydi.
* * *
Ölen bir insan, yakılmışsa, külleri kime aittir?
Filmin sonunda kovboylardan biri ölüyor.
Vasiyetinde küllerinin, eşcinsel arkadaşı ile tanıştığı BrokebackDağı’na savrulmasını ister.
Ama küllerinin yarısına eşi el koyar.
Öteki yarısını ise babası ve annesi alır.
Arkadaşı alıp, dağa götürmek istediği zaman, babası "Hayır onları burada çiftliğimizdeki özel mezarlığa gömeceğiz" der.
Derin Amerika’nın sıradan çiftçisi, oğlunun eşcinsel olduğunu bildiği halde, evine gömülmesini istemektedir.
Annelik, babalık sevgisi mi? "Herşeye rağmen evladımdır" duygusu mu; yoksa "Burada büyük bir sevgiden, meydan okuyan bir aşktan geri kalanlar yatmaktadır" duygusunun verdiği gurur mu?
"Brokeback Mountain" bir sevgi filmi ve eminim geriye kalan küllerden herkesin bahçesine yetecek kadar hüzün kalacaktır.
Ne bileyim, Çetin Bey yaşasaydı onunla bunları da konuşurduk.
* * *
Her Mart ayının 7’nci günü benim için "Ölüler bayramıdır."
Orada Çetin Bey’in ve Sinan’ın mezarlarının başında insanları düşünürüm.