Paylaş
“Memleketin bunca meselesi varken sen neyle uğraşıyorsun...”
Dünyanın her yerinde vardır böyle eleştiriler...
Çünkü bazı insanlar sadece ve sadece “memleket meselesini” konuşmaktan zevk alır...
Ama bu defa itiraz hiç beklemediğim bir yerden, Serdar Turgut’tan geldi...
Galiba onunla hayatımız boyunca ilk defa ciddi bir meseleyi konuşacağız...
Umarım son olur, çünkü daha şimdiden bana sıkıcı gelmeye başladı.
*
Tam logomu değiştirdiğim gün Serdar Haber Türk’te şunu yazdı:
“Kendi özel deneyiminden yola çıkıp genellemeler yapma âdeti var Özkök’ün. Onun hayatında güzel şaraplar, yemekler, güzel kadınlar, yakışıklı erkekler ve davetler var. Bir tür güzel rüya gibi yaşamı. Bu deneylerinden yola çıkıp bizlere güzel bir hayatı nasıl yaşamamız gerektiği konusunda ipuçları vermekte bir sakınca görmüyor.”
*
İş sadece saptamayla kalsa hiç itirazım yok. Ama bir de tavsiyede bulunuyor Serdar:
“Ben Özkök’ün popüler kültür bilgisini güzel hayatların analizine yönelttiği kadar biraz da gerçek yaşamın sorunlarını da bizzat yaşadıktan sonra analiz etmeye yönlendirmesini çok isterdim.”
*
Serdar’a şu mesajı attım:
“Senin yazılarından bana bir tane gerçek hayat örneği gönderirsen bakıp hemen taklit edeceğim. Söz...”
Her zaman bana anında dönen Serdar bu defa dönmedi...
Belki de köşesinde yazdıklarında her şeyi anlattığını düşünüyordu...
Şimdi ben de kendi memleket sorunu anlayışımı anlatayım...
Daha doğrusu, hepimizin birlikte yaşadığımız şu medya insanat bahçesinde, kimler orangutandır, kimler hipopotam...
Kim albino boadır...
Kim panda...
O GÜN ORANGUTAN SOULEMAN’IN GÖZÜNDEKİ ÖFKEYİ HATIRLADIN MI
SEVGİLİ Serdar, sevgili kardeşim hatırlıyor musun, 90’lı yıllarda Hürriyet’in Washington temsilcisiyken beni bir gün Smithsonian Zoolojik Parkı’na götürmüştün...
Hayvanat bahçesi yani...
Benim dünyaya bakışımı değiştirecek kadar ilginç bir gözlemim olmuştu orada...
*
Daha kapıdan girerken karşımıza devasa bir billboard çıkmıştı...
Üzerinde “Panda” yazıyordu ve bir de panda resmi vardı.
Panda bayağı tembel bir hayvandı ve daha çok mağara şeklindeki iç mekânında oturuyordu.
Ama ne zaman ona ayrılan çok geniş açık alana çıkıp orada en güzide manavlarda bile zor bulunacak kalitede elma yığınından bir tane alıp yemeğe kalksa, Smithsonian parkının her yerinde billboardlarda ışıklar yanıp sönmeye başlıyor ve “Panda out” (Panda dışarıda) yazısı okunuyordu.
*
Hatırla orada kapalı bir mekâna gitmiştik.
Geniş bir kafesin içinde bir orangutan ailesi vardı.
“Souleman” adlı şefleri bütün kabileyi toplayıp şov yaptırıyor, bizler de alkışlıyorduk.
Orada bir de albino boa yılanı vardı çok dikkati çeken.
Yandaki kafesteki iki hipopotamın şovu ise su içinde durmadan çiftleşmekti...
Her birinin kendine ait bir şovu vardı yani...
Ama ne zaman ki orada bile bulunan billboard’da ışıklar yanıp, “Panda out” yazısı çıkıyor, herkes onları bırakıp bir anda pandayı fotoğraflamaya koşuyordu...
O garibanların hepsinin de şovu yarıda kalıyordu...
O gün anlamıştım ki, o orangutanlar, o boa yılanı, o hipopotamlar, kendilerinden rol çalan bu pandayı yakalasalar fena yapacaklardı...
*
Ne yazık ki ellerinden bir şey gelmiyordu...
Panda nadir hayvandı...
Her zoolojik parkta bir panda yoktu...
Olanlarda da bir tek panda vardı...
Şimdi gelelim bana...
Ben bu parkta neyim...
BEN BU MEDYA PARKINDA HANGİ HAYVAN OLABİLİRİM
Bak Serdarcığım...
Ben panda değilim... Dolayısıyla tek kişilik siyah-beyaz bir şov yapamam...
Orangutan Souleman da değilim... Ne kabilem var, ne de cemaatim...
Albino boa desen hiç değilim, öyle yaratılmamışım.
Yaşım itibarıyla o iki hipopotamın yaptığını sürekli yapmam artık mümkün değil.
Öyleyse bu insan medya parkında ben olmalıydım ki fark edileyim?
*
Rengârenk bir bukalemun olmayı tercih ettim...
Bu gıpgri parkımızda her gün durmadan renk değiştiren, dünyaya tavşan kardeş gözlükleriyle bakan bir bukalemun...
Yani sana diyeceğim şu: Müsaade et de şu iyice grileşmiş insanat bahçesinin bir köşesinde, sadece hayallerini yazan rengârenk bir bukalemun da çadırını kurup şovunu yapmaya devam etsin...
Nasıl ki parkın orangutanları göğüslerine vura vura kabile şovlarını yapıyor...
Hipopotamları durmadan kendi fikirleriyle çiftleşiyor. Albino boaları, boyalı kuş olarak yaratılmamanın ıstırabını avantaja çeviriyor...
Pandaları tek ve biricik olmanın dayanılmaz keyfini ve şımarıklığının tadını çıkarıyorsa...
Şu gariban bukalemun da her gün bin bir renge bürünüp, parkımızın semalarında bir gökkuşağı yaratsın...
ABİ TAVSİYESİ
SERDARCIĞIM SEN BİR PANDASIN KEYFİNİ VE ŞIMARIKLIĞINI YAŞA
MADEM sen bana bir tavsiyede bulundun...
Ben de abi olarak sana mütevazı bir tavsiyede bulunayım...
Allah sana hiçbirimize nasip etmediği bir mizah duygusu ve kabiliyeti vermiş...
Yani şu bizim medya bahçesinde sen bir pandasın...
‘ERTUĞRUL İN WONDERLAND’ DİYEN CÜNEYT ÖZDEMİR’E
AYNI gün Cüneyt Özdemir de Youtube yayınında aynı konuyu işledi.
Diyor ki...
“Ertuğrul Özkök artık siyaset yazmıyor, kendine ait renkli bir dünya yaratmış, orada bir tür ‘Alice Harikalar Diyarında’ gibi yaşıyor...”
Doğru... 73 yıl yaşadığım şu hayatta, 30 yıldır yazı yazdığım şu köşede “memleket gerçeklerini” yazmaktan çok yoruldum...
O nedenle “Alis Harikalar Diyarında” romanında Alis değil ama tavşan olarak yaşamayı seçtim.
Diyor ki...
“Bir Hürriyet gazetesi var, bir de sanki içinde onun gazetesi...”
Ne mutlu bana...
Demek ki farklı bir şeyler yapabilmişim...
Teşekkürler Cüneyt...
FARKLI BİR KÖŞE YAZARI VE BİR FİLM
ŞU sıralar ilginç bir belgesel var.
Televizyon tarihinin en tartışmalı dizilerinden biri olan “Tales of City”nin (Şehir Hikâyeleri) yazarı Armistead Maupin’in hayatını ve o yılları anlatıyor.
Maupin, San Fransisco Chronicle gazetesinin kendine özgü yazarı.
Kendi kurduğu bir dünyada yaşayıp şehir hikâyeleri yazıyor.
Çok ilginç bir dizi...
Ama Akif Beki’yi uyarıyorum.
Ağır bir gay olayı var filmde...
O sahneleri ya atlasın, ya gözlerini yumsun...
SEVİYELİ MAGAZİN DE GONZO GAZETECİLİĞE BAŞLADIYSA
T24’te “Seviyeli Magazin” başlığı altında kendine çok özgün bir gazetecilik alanı yaratan Cihangirli arkadaşımız Tuğrul Eryılmaz geçen haftaki yazısında “gonzo gazeteciliğe” geçtiğini duyurdu...
Yani kendini merkeze koyup gezdiği, gördüğü yerleri kendi bakış açısından veren gazetecilik türü...
1960’lı yıllarda Rolling Stone dergisinde Hunter Thompson’ın başlattığı bir tarzdı.
Daha ilginci ise bu tarz gazeteciliği Türkiye’ye tanıtan kişi de Serdar Turgut’tu...
Dün bir arkadaşım gülücük emojileri ile birlikte şu mesajı attı:
“Serdar Turgut’un ‘Penis yazarı’ olarak bilindiği yıllarda Türk medyası daha renkliydi...”
Neyse ben “Bukalemun yazar” olarak eksik yerleri tamamlamaya çalışıyorum...
Dokunmayın şu bukalemuna...
Paylaş