Ergenekon, KCK, Deniz Feneri ve şike davalarını yürüten özel yetkili polisler, savcılar ve hâkimler. Bu davaları kayıtsız şartsız destekleyen, özel yetkili siyasetçiler, gazeteciler, aydınlar, eski, yeni liberaller. - Diğer tarafa ise “yenilmişler”, kendini yenilmiş hissedenler.. Ergenekon davasından içeri alınanlar, tutuklu veya tutuksuz yargılananlar. Deniz Feneri, KCK ve şike davalarından içeri alınanlar, alınmayanlar... - Orta bölümde ise, “ortadakiler”. Yani Ergenekon, Deniz Feneri ve şike soruşturmalarında polisin, savcıların, hâkimlerin yanlışlarını eleştirenler; gerçek anlamda adalet isteyen, kuvvetler ayrımı isteyenler... Evet bütün bu insanlar bir sinema salonuna girmiş ve birlikte bir film seyrediyor. * * * Geçenlerde, biraz gecikerek de olsa, Robert Redford’un “Conspirator” (Suikastçı) filmini izledim. Film, 14 Nisan 1965 günü tiyatro seyrederken öldürülen Amerikan başkanı Abraham Lincoln’e suikast düzenleyenlerden birinin yargılanmasını anlatıyor. Yargılanan kişi Mary Surratt adında bir kadındır. Suikasta karıştığı iddia edilen 8 kişiden biridir. İddiaya göre, suikastla ilgili bütün planlar onun evinde yapılmıştır. Ancak suikastın asli faillerinden birinin bu kadının oğlu John Surratt olduğu iddia edilmektedir. Oğlu suikasttan sonra kaçmış ama annesi yakalanmıştır. Suikast, Kuzey-Güney iç savaşının bitmesine çok az kala yapıldığı için, zanlılar askeri mahkemede yargılanacaktır. Mary Surratt’ı, Friedrich Aiken isimli bir avukat savunacaktır. Avukat, Kuzeylilerin safında savaşa katılmış bir “kahramanıdır”. Üstelik savaşta yaralanmıştır. * * * Tarihi çoğunlukla “kazananlar” yazar. Bu filmde görüyoruz ki, “yargılamayı” da kazananlar yapıyormuş. Savaşı kazanmak üzere olan Kuzeyliler, adaletin de sadece “kendilerinin adaleti” olmasını istemektedirler. Bu yüzden, Mary Surratt’ı savunan avukat üzerinde inanılmaz bir mahalle baskısı kurulur. Savaş Bakanı’nın ağzından şu sözleri işitiriz: - “Başkanımızın öldürülmesini mi yoksa onu öldürenlerin haklarını mı düşünüyorsun.” - “Biz haklılığımızın kutsallığını savunuyoruz.” Kendisine yakın bir siyasetçi ise genç avukata şu tavsiyede bulunur: - “Umarım başarılı olmazsın. Yoksa seni de onlar kadar hain sanacaklar.” Filmin en dramatik sahnesi ise yine Savaş Bakanı ile genç avukat arasında geçer. Savaş Bakanı; “Inter arma, silent leges” diye söze girer: “Savaş vakti geldiğinde, adalet sessiz kalır.” Genç avukatın cevabı şu olur: “Siz adalet değil, intikam istiyorsunuz...” * * * Mary Surratt, idama mahkûm edilir. Avukatı kadının sivil bir mahkemede yargılanması için başvuruda bulunur. Ayrıca kararı verenlerden 9’u kadını affetmesi için Cumhurbaşkanı’na mektup yazar. Ama, affettiği takdirde, kendisinin de bazılarınca suikastçıların yanında kabul edileceğinden korkan Cumhurbaşkanı idamı onaylar. Mary Surratt, yeni Amerikan tarihinin idam edilen ilk kadını olur. İdamından bir yıl sonra Amerikan Anayasa Mahkemesi, “savaş durumlarında bile vatandaşların sivil mahkemelerde yargılanması hakkı”nı tanır. Bir yıl sonra yakalanan oğlu, sivil mahkemede yargılanır ama kesin deliller bulunmadığı için serbest bırakılır. Evet bu filmi, Türkiye’de son dönemde özel yetkili mahkemelerde yargılananların, yargılayanların, bu tartışmaya katılanların hepsinin birlikte seyretmesini hayal ettim. Tabii ki gözümün önüne cezaevinde hayatını kaybeden, Kuddusi Okkır geldi. İntihar eden yarbayı düşündüm. Yıllardır tutuklu olarak içerde yatan insanları hatırladım. Bir de Said-i Nursi’nin Divan-ı Harb-i Örfi’sindeki, “dördüncü suali” aklıma geldi: “Bir masumu idam etmek mi, yoksa on caniyi affetmek mi daha zararlıdır?” O salonda hep birlikte bir araya gelseydik, belki bu sualin cevabını bulabileceğimiz bir münazarayı da başlatırdık. SON SÖZ: Adalet; sadece kazananların adaleti haline gelirse bu sualin cevabı zaten baştan bellidir. “Asli dava varken tali meselelere bakılmaz” ve “Kurunun yanında yaş da yanar”. Zaten, “Geçmişte onlar da bize yapmıştı” bahanesi de yedek koltuğunda beklemektedir. * * * KÜÇÜK BİR AYRINTI Peki, Mary Surratt’ı savunan avukat Friedrich Aiken ne oldu? Avukatlıktan ayrıldı. Gazeteci oldu. Uzun yıllar, Washington Post gazetesinin şehir editörlüğünü yaptı. Bizde gazetecilikten polisliğe, savcılığa, hâkimliğe, hatta infaz memurluğuna ve cellatlığa geçenleri düşününce kendi kendime dedim ki: Şanslı adammış. Amerika’da doğmuş...