DÜN saat 12.15’te Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’i aradım.
O dakikalarda durum şöyleydi.
Lüksemburg’da tam bir kilitlenme yaşanıyordu.
Başbakan Tayyip Erdoğan, Kızılcahamam’da basın toplantısına çıkmak üzereydi.
Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Namık Tan ise ‘Türkiye’nin Müzakere Çerçeve Belgesi’ndeki bütün değişiklik önerilerini reddettiğini’ açıklamıştı.
Kısaca krizin tam ortasındaydık.
* * *
Demirel’i niye aradım diye sorarsanız tek cevabım var:
‘İçimden öyle geldi...’
Belki de içgüdülerim ve aklım, beni tecrübenin tavsiyesini, daha doğrusu ‘sağduyusunu’ dinlemeye yöneltti.
Direkt soruya girdim.
‘Böyle bir durumda ne yapmalı?’
Dokuzuncu Cumhurbaşkanı da direkt şu cevabı verdi:
‘Bu seviyeye gelmiş bir şeyi geri çeviremezler. Çevirmemek lazım.’
Kim çeviremez?
Demirel hem Avrupa Birliği üyelerinin, hem Türk hükümetinin geri dönemeyeceğini söylüyor.
Daha doğrusu geri dönmemek, ‘soğukkanlılıkla hareket etmek’ gerektiğini söylüyor.
Demirel’e göre, ‘Müzakere bir süreçtir ve bu süreci başlatmak gerekir. Avrupa Birliği’ni 6 devlet kurmuş, 19 devlet de sonradan katılmış. Bunların hepsi müzakere yapmış. Başarısızlıkla biten yok’.
Peki şu aşamada Türkiye’nin yapması gereken şey nedir?
Demirel, ‘Şu aşamada yapılması gereken efelenmek değil. Dediğim gibi bu bir müzakere. Bunu gurur meselesi yapmak yanlıştır. Buraya kadar geldikten sonra vazgeçmemek lazımdır. Aşırı hassasiyet göstermek yanlıştır. Unutmayın, İngiltere’nin üyelik müzakereleri Fransa tarafından iki defa durduruldu. Bugün uzlaşamıyorsanız bile, kapıyı kapatmamak lazım’ diyor.
* * *
Ya kapıyı vurup çıkarsanız?
40 yılın tecrübesi şu cevabı veriyor:
‘Bu, hükümet açısından başarısızlık olur.Halk da bunun hesabını hükümetten sorar.’
Ve bir ağır sonuç daha:
‘Bu hedeften vazgeçerseniz, komşularınızın bile size bakışı değişir. 1997’de görüşmeler askıya alındığında Türkiye aynen bunu yaşadı.’
Türkiye’nin etkili çevrelerinde, kamuoyunun küçümsenmeyecek bir bölümünde ‘Kapıyı çarpıp bırakalım’ seslerinin kulakları sağır ettiği bir sırada bu sözler çoğumuza hoş gelmeyebilir.
* * *
Ama unutmayalım.
Konuşan kişi, bu devletin son 40 yılında genel müdürlükten başbakanlığa, oradan cumhurbaşkanlığına kadar bütün mertebelerinde görev yapmış bir devlet adamı.
İki defa askeri müdahaleyle seçildiği koltuktan alınmış.
Yani demokrasinin nimetlerini hepimizden daha iyi bilen biri.
Artık siyasetten beklentisi de yok.
O nedenle bu sözlerin samimiyetine inanmak durumundayız.
Türkiye’nin tecrübeye dayalı bu sağduyulu sese ihtiyacı var.
Tarihi sorumlulukları taşımayan insanlar, istediklerini söyleyebilirler.
Ama onların eteğinde taş yok.
Bugün öyle derler, yarın ‘Türkiye’yi neden bu tarihi yolundan ayırdınız’ diye yerden yere vururlar.
İsteyenler, Ecevit’in 1970’li yıllarda Yunanistan’la birlikte tam üyelik yapmayışını alkışlayan o günkü seslere bakabilir.
Ecevit o günlerde şu sloganı ortaya atmıştı:
‘Onlar ortak, biz pazar. Bunu kabul etmeyeceğiz.’
O günlerin gazetelerine bakın.
Ne büyük alkışlar almıştı.
Ama o gün ‘Ecevit’e ‘Bravo kapitano’ diye bağıranlar, aradan yıllar geçtikten sonra onu ‘tarihi bir hata yapmakla’ suçladılar.
* * *
Akşam saatlerinde gazetenin barında arkadaşlarla otururken, görevli arkadaş önüme bir faks notu koydu.
Faks, Avrupa’nın en yüksek tirajlı gazetesi Bild’in Genel Yayın Yönetmeni Kai Diekmann’dan geliyordu.
Üzerine el yazısıyla şunu yazmıştı:
‘Sevgili Ertuğrul, Avrupa’ya hoşgeldin.’
Bu olayda Avrupalı gazetelerin ve meslektaşlarımın gösterdiği demokratik anlayış ve dayanışma gerçekten övgüye değerdi.