Paylaş
TAHA Akyol 12 Eylül öncesinde MHP'nin yayın organı olan Hergün Gazetesi'nin yazarıydı. Askeri darbelere karşı olan tavrı artık bütün kamuoyunca çok iyi bilinen, demokratik kişiliğinden kimsenin şüphe duyamayacağı bir aydındır.
Önceki günkü yazısında 12 Eylül 1980 sabahı hissettiklerini şöyle anlatıyor:
‘‘12 Eylül 1980 sabahı darbeyi öğrendiğimizde benim ve eşimin ilk tepkisi, ‘Oh, terör duracak' oldu. Günde 20 kişi öldürülüyordu. Sağda ve solda binlerce, belki on binlerce insan gibi ben de bir terör kurşununa kurban gitmenin korkusu içinde yaşıyordum.’’
Ben, 12 Eylül 1980 sabahı Ankara’dan İzmir'e giden bir Varan otobüsündeydim.
* * *
Sabah saat 05.00 sıralarında şoför radyoyu açtığında sıkıyönetim bildirisi okunuyordu.
O an içimden gelen, hayır, hayır fışkıran ses şu oldu:
‘‘Oh, canım kurtuldu...’’
Aynı anda Bornova kavşağına girdik ve karşımıza üç zırhlı araç çıktı.
Otobüsün kapısı açıldı ve içeri genç bir subay ile iki er girdi.
İçimdeki o ‘‘hayatım kurtuldu’’ duygusu, bir an yaşama sevincine, o da tuhaf bir şekilde ağlama duygusuna dönüştü.
Gözüm yaşardı. Sanki bir adrenalin, müsekkin haline gelerek bütün sinir sistemimi dolaşmaya başlamıştı.
Hemen arkasından içimdeki o ikinci ses geldi. ‘‘Oğlum, sen demokrat bir insansın, darbeye nasıl sevinebilirsin’’ diyordu.
Ama ağır, çok ağır bir yaşama tutkusu, dünyanın en etkili susturucusu gibi bu sesi kesti.
Hayat, yaşama arzusu, ölüm korkusu her şeyi sildi geçti...
Taha Bey sağcı ve MHP'liydi.
Ben ise solcu ve CHP'li...
Demek ki aşağı yukarı aynı saatlerde, aynı şeyleri hissetmişiz.
Hep merak ederim. Acaba tanıdığımız, tanımadığımız daha kaç kişi bu duyguları yaşamıştır?
Ve kaçı bugün bunu itiraf edebiliyor?
* * *
Şimdi biz kalkıp o gün hissettiklerimizi inkár etsek veya bunları saklamaya çalışsak, acaba ‘‘Bir demokrat olarak daha mı doğru hareket etmiş olurduk’’.
Ama arkasından şu soruyu kendi kendimize sormaz mıydık?
‘‘Kendi duygularına karşı bile sahtekár olan bir insan, demokrat olabilir mi?’’
Ben hayatım boyunca bu çelişkiyi yaşadım.
* * *
12 Eylül'den sonra bugünün Başbakanı Bülent Ecevit'in çıkardığı ‘‘Arayış’’ Dergisi'nde gönüllü olarak çalıştım.
Dergi çıkmadan önce Ecevit kendi eliyle 600 Türk aydınına mektup yazarak, bu dergiye katkıda bulunmaya davet etti.
Biliyor musunuz kaçından cevap geldi?
Sadece 12'sinden...
Böyle bir mektuba cevap vermeye bile korkuyorlardı.
Ben, Ecevit'in mektup yazdığı insanlardan biri değildim.
Kendi kendime Arayış'a gidip başvurdum.
Altıncı sayıdan itibaren Ecevit'in yazı yazması yasaklandı. Derginin kapatıldığı 52'nci sayıya kadar başyazıları ben kaleme aldım.
Derginin kapısında iki resmi, bir sivil görevli araba beklerdi.
Benim yazdığım imzasız bir yazıdan dolayı derginin sorumlu müdürü olarak Nahit Duru hapse girdi.
52 hafta boyunca demokrasiyi savunan bir dergi çıkardık.
Ama o 600 ‘‘aydından’’ hiçbiri muhitimize uğramadı.
Ne zaman mı ortaya çıktılar?
Ne zaman ki askeri dönemin ucu göründü, o zaman...
‘‘Geç kalmış’’ Aydınlar Bildirisi yayınlandı.
Ben o bildiriye imza atmadım. O aydın tipine karşı tepkimi gösterebileceğim tek yol buydu.
İşte o yüzden o ‘‘aydınların’’ bir bölümü bugün Ecevit'i anti demokratlıkla suçladığı zaman, aklıma hep o 600 mektup gelir.
Benim 12 Eylül'e bakışıma gelince...
Askeri müdahalelerden hiçbir zaman hazetmedim.
* * *
27 Mayıs, benim kafamdaki ilk siyasi travmaydı. Menderes asıldığı zaman evimizde sabaha kadar Kuran okundu.
Ama hayatım boyunca Evren Paşa ve arkadaşlarının aleyhine tek kelime etmedim.
Çünkü 12 Eylül sabahı, içime yayılan ve ağlamayla patlayan o rahatlamayı hiçbir zaman unutmadım.
Aksini yapmanın sahtekárlık olduğuna inandım.
Ayrıca iadesiz taahhütlü o 600 mektubu da hiç unutmadım. İçime sindiremedim.
Paylaş