Paylaş
Türkiye’nin zor günleriydi.
Beytepe’deki küçük asistan odamda yalnızlığım haz olmaktan çıkıp yorgunluğa dönüştüğü anlarda, üst kattaki koridora sığınırdım.
Yan yana dizilmiş odalarda kimler yoktu ki...
Büyük ve güzel kadın Prof. Ioanna Kuçuradi...
Ne anadilinden, ne de babadilinden Türk olmadığı halde, Türk dilinin anadilinden büyük yazarı, zarif mi zarif insan, Bilge Karasu...
Türk edebiyat eleştirisinin en yalnız kadını Füsun Akatlı...
Ve Oruç Aruoba...
Rilke’nin şiirlerini Türkçeye çeviren arkadaşım.
Sadece Rilke mi...
Hume, Wittgenstein, Celan..
Bir de Nietzsche...
Sayabildiğim ve bilebildiğim kadarı ile, kendi yazdığı 20 kitap..
Şu an Türkiye’nin yaşayan en büyük iki-üç felsefecisinden biri..
Filozof... Düşünür... Aydın...
Yıl 1979...
Yan binadaki arkadaşımız Bedrettin Cömert öldürülmüş..
12 Eylül’e bir var...
Bizler sıramızı bekliyoruz...
Hayat yine de devam ediyor.
* * *
Önceki gece, Oruç Aruoba’nın “Zilif” kitabının yeni baskısını okuyorum.
Belki de hepimizin hayatını özetleyen küçücük bir risale...
Yıllarca önce kızı Filiz’e yazıp bıraktığı bir mektup...
Hayatının ortalarına geldiğinde verilmesini istemiş...
Belli ki, kızı hayatının ortalarına geldiğinde, kendisinin hayatının sonundan ötede bir yerde olacağını düşünerek yazmış...
Allah gecinden verince de, o mektup hayattayken yapılmış post mortem bir vedaya dönüşmüş..
Jean d’Ormesson’a soruyorlar...
“İyi bir baba oldunuz mu?”
Cevabını kendi sorusuyla veriyor:
“Bu narsisizmle, bu egoyla iyi bir baba olabilir miydim...”
Bu soruyu kim bilir kaç defalar ben de kendime sordum.
Ne yazık ki, ihmalkârlığıma ben de farklı bir mazeret uyduramadım...
O nedenle bu soruyu kızıma sormaya da hic cesaret edemedim..
Beni kırmamak, üzmemek için onu da bir mazeret aramaya mecbur bırakmak istemedim.
* * *
Oruç Aruoba bu soruyu ne kızına, ne de kendine soruyor.
O sadece kendini anlatmayı tercih etmiş...
Yıllar önce, kızı daha küçükken ona “Benim kızım insan olacak” dediği sırada kendi yüzüne hem gurur hem de hüznün ifadesinin çöktüğünü söylüyor.
Yıllar sonra o günkü halini şöyle anlatıyor:
“İnsan insan oldu mu acı çeker. Bunları anlaman, senin insan olacağını gören Baba’nın gururlu üzüntüsü ile üzüntülü gururunu anlamlı kılmıştır sana...”
* * *
Biz 1970’li, 80’li çocukların babaları, kendimi çocuklarımıza anlatacak zamanı bulamadık...
Omuzlarımız, kendi bozgunlarımızla, başarısızlıklarımızla, hüsranlarımızla, iddialarımızla öyle yüklüydü ki, çocuklarımızı omuzlarımızda bile gezdiremedik.
Bir baba yenilgisini kızına nasıl anlatır
“BAŞARISIZ oldum” diyerek başlıyor kendini anlatmaya...
“Bugün, yakınlarımın gözünde de, toplum indinde de, yersiz bir ‘düşkün’üm. Biliyorum.”
Bizim kuşağın kolektif ruhunu anlatır biraz bu cümle.
Ama “başarı” nedir?
Para, pul, şan, şöhret. CEO’luk, patronluk, yat, mal, mülk...
Mü...
İddiamız o değildi...
Sözü ona bırakıyorum:
“Ne olabilirdi ki benim başarım, ben o koşullara boyun eğip, toplum içinde bana gösterilen yeri alsaydım? Bir ikiyüzlülük, bir sahtelik, bir aldatmaca olurdu bu ‘başarı’---ben’im, ben olmadan, hatta benliğimi bir kenara atarak, kişiliğimi çiğneyerek elde ettiğim bir şey. Karşılığında kim olduğumu verdiğim bir ‘kimlik’...”
Ya geldiğimiz nokta, şu son istasyon:
“Bunu kabul etmedim—Şunu bilmeni istiyorum: Pişman değilim; hiç de pişman olmadım.
Ama şunu da bil ki, öyle gururlu falan da değilim-olmadım. Kendimden hiç nefret etmedim; ama bir türlü beğenemedim de kendimi.
Çok acı çektim ama başkalarına da çok acı çektirdim.
Kendimi haklı görüyor değilim; ama kendimi savunuyor da değilim-hele yargılamayı hiç beceremiyorum, kendimi de dünyayı da...
Dünya ne ise oydu, ben de ne isem o oldum-uyuşamadık. Hepsi bu...”
Oruç, sen başaramadıysan Arzu Okay neden seni seçti
ORUÇ Aruoba’yı son defa Assos’ta Felsefe toplantısında gördüm. Kızına yazdığı mektuptaki bir hali vardı. Yorgun ve hüzünlüydü.
İstanbul’dan kaçıp İzmir’e yerleşmişti.
Önceki gece kitabı bitirdiğim an, kızını arayıp bütün kalbimle şunu söylemek isterdim.
“Sevgili Filiz, senin baban büyük erkektir. Büyük filozoftur.
Emin ol ki, başarmıştır...
Onun ‘başarısızlık’ dediği şey, iddiaları büyük bir felsefenin kolektif hezimetinden başka bir şey değildir.”
* * *
Geçen temmuz ayında Milliyet gazetesinin pazar ekinde Defne Samyeli’nin Arzu Okay’la yaptığı çok güzel bir mülakatı okumuştum.
Arzu Okay, 70’li yılların seks yıldızlarından biriydi.
Çok güzel ve çok akıllı bir kadındı. Hâlâ öyledir ve aydındır.
Onun Günaydın gazetesinden kestiğim çıplak bir fotoğrafını yıllarca bir kitabın arasında saklamıştım.
Sonradan sinemayı bırakıp Fransa’da başarılı bir işkadını oldu.
* * *
Defne Samyeli’ne diyor ki:
“Oruç Aruoba’ya âşığım. Öyle bir gidip geliyor ki... İlişkiler içinde, hayatın içinde. Muhteşem. Cesaretimi topladım. Arayacağım onu.”
Şimdi soruyorum sevgili Filiz, baban Oruç Aruoba, başarmamış olsaydı, Arzu Okay, fotoğrafını kitabının arasında saklayan bana değil de, ona âşık olur muydu...
Bu lafımı küçümseme lütfen... Ciddidir ve bir erkek için çok önemlidir...
Oruç Aruoba, “Zilif”, Sel Yayınları, Geceyarısı Kitapları, 2013. (Kitap, kızı Dr. Filiz Ersel’in izniyle basılmış.)
Paylaş