Paylaş
Thomas Otten, Andreas Scholl, David Daniels... Belki müzik meraklılarımız bile bu isimleri işitmediler.
Ama bilin ki, onların dönemi açılıyor.
Yani milenyum castratolarının...
* * *
On beş gün arayla gittiğim Paris'in iki büyük müzik merkezinde de aynı olayla karşılaştım.
Biri Virgin Megastore, öteki Fnac.
Kontr tenorlar yükselişte.
Sanki üç tenorlar dönemi kapanmış, adı az duyulmuş kontr tenorlar dönemi açılmış.
Zaten daha şimdiden bir ‘‘Üç Kontr Tenor’’ adlı bir CD çıkmış bile.
Pascal Bertin, Andreas Scholl ve Dominique Visse bir araya gelmişler.
* * *
Kontr tenor...
Yani biraz vulger, biraz kaba deyişle, kadın sesli tenor...
Farinelli filmindeki ‘‘Castrato’’ gibi.
Aynı vulgerlikle söylersek, ‘‘İğdiş edilmiş şarkıcılar’’.
Castrato'nun hazin bir hikáyesi var.
Ortaçağ'da, sesi çok güzel çocuklar, ergenlik çağında bu güzel çocuksu, kadınsı sesi kaybetmemeleri için hayaları burularak hadım edilirmiş.
Böylece hayatın en güzel keyiflerinden birini kaybederlerken, çok güzel bir sesi muhafaza ederlermiş.
Evet, bir yanda hayatın cinsel hazzı, öte yanda müthiş bir sesin narsisist coşkusu.
Vazgeçerek, güzelliğe ulaşmanın hazin güzergáhı.
* * *
Castrato'ların özelliği, küçük bir gırtlağa ve normalden büyük bir göğüse sahip olmaları.
O yüzden müthiş bir nefes kontrolüne sahiplermiş.
Bilinen son castrato Alessandro Moreschi, 1922 yılında ölmüş.
Şimdi yükselen kontr tenorların castrato olduklarını sanmıyorum.
Son castrato bu yüzyılda yaşamış olabilir, ama güzel bir ses için insanın hayalarının burulmasına izin verilmesi artık düşünülebilecek bir şey değil.
Herhalde o muazzam sesleri korumak için başka teknikler bulmuşlardır.
Günlerdir bu müzisyenleri dinliyorum.
Erkekle kadın arasındaki o hünsa bölgeden gelen ses, insanı tarifi güç duygulara götürüyor.
O ‘‘üçüncü sesi’’ tarif etmek güç.
Ama şurası gerçek ki, bu ‘‘üçüncü ses’’ insanı bugüne kadar karanlık kalmış bazı duygu coğrafyalarına davet ediyor.
Bu seslerin yükselişi, bu CD'lerin satışı yeni bir haz kıtasını keşfetmeye hazırlandığımızı gösteriyor.
Müzik, bilinen coğrafyamızı, tanıdık sınırlarımızı zorlamaya başlıyor.
* * *
Geçenlerde öğrendim.
Isparta'nın en meşhur yemeklerinden biri, ‘‘erkeç kebabı’’ imiş.
Bu yemeğin arkasında da inanılmaz bir castrato hikáyesi var.
Erkeç, erkek keçi anlamına geliyor.
Erkek oğlaklar çok küçükken iğdiş edilip öyle büyütülürmüş.
Böylece etleri daha yumuşak olurmuş.
İşte size bir başka hazin iğdişlik hikáyesi daha.
Yine başkasına haz vermek için erkekliğinden vazgeçen bir canlının hikáyesi.
Diyeceksiniz ki, o hayatından da vazgeçiyor.
Ama belki cinselliğin keyfinden vazgeçmek, bazıları için hayatından vazgeçmekle aynı şeydir.
* * *
Bu hazin iğdişlik hikáyelerinden sonra, o meşum soru gelip karşınıza dikilir.
İnsanın, cinsel hazla, müziğin narsisist hazzı arasında böylesine öldürücü bir tercihle karşı karşıya kalması çok hazin değil mi?
Acaba güzelliğe ulaşmak için insanın veya canlının ille de bir yanının mutlaka iğdiş edilmesi, ne bileyim, hayalarının veya ruhunun bir taraflarının acıtılması, kanatılması, hadım edilmesi mi gerekir?
Bir tarafı koparılmamış, bir tarafı iğdiş edilmemiş, orası burası acıtılmamış bir haz güzergáhı yok mudur?
Acaba yok mudur?
Yoksa biz o tatlı güzergáhı bulamayacak kadar beceriksiz miyiz?
Paylaş