1970’li yıllarda beni en çok etkileyen filmlerden biri "Johnny got his gun"dı.
Şimdi tam hatırlamıyorum ama, galiba, "Birinci Dünya Savaşı, romantik savaşların sonuncusuydu" gibi bir cümleyle başlıyordu.
Şarapnelle paramparça olmuş bir askerin hikáyesiydi.
Görme, konuşma, işitme duygularını tamamen kaybetmiş, bütün sinir sistemi felç olmuş bir halde hastane odasında tek başına yatıyor.
Durumu bitkisel hayat gibi ama değil.
Çünkü, beyni tam bilinciyle çalışıyor.
Öteki insanlara vermek istediği tek bir mesaj var.
"Hayat kordonlarını çekin, ölmek istiyorum."
Ama bu mesajını iletebilecek bir imkánı bile yok.
* * *
Bu filmi hafızama çakan, sadece konusu değildi.
Yönetmeni Dalton Trumbo da beni çok etkilemişti.
Daha doğrusu, onun hayat hikáyesi.
Trumbo, Amerika Birleşik Devletleri’nde, 1950’li yıllarda solcu aydınlara karşı başlatılan cadı avının kurbanlarından biriydi.
MacCartysm adı verilen bu karanlık dönem, çok sayıda aydının hayatını kaydırmıştı.
Dalton Trumbo, döneminin çok başarılı yönetmenlerinden ve senaristlerinden biriydi.
Ancak komünist olarak damgalanmasından sonra Hollywood’da iş bulamadı.
Hayatını kazanmak için, başka isimlerle senaryo yazmak zorunda kaldı.
"Johnny got his gun" yıllar sonra kendi adıyla yaptığı ilk filmdi.
Bu filmi yaptıktan kısa süre sonra hayatını kaybetti.
Geriye bıraktığı son eseri, bu harikulade ve çok etkileyici filmdi.
* * *
Bir süredir, hükümete yakın bazı gazetelerin köşelerinde, muhtemel bir cadı avının izlerini okuyoruz.
Şimdilik isim vermeden, ama hedefler alenen hissettirilerek bir baskı ve terör ortamı oluşturuluyor.
"Ergenekon’da şimdi sıra medyada" cümlelerinin arkasına saklanan ve siyasi düşmanlık kadar, kıskançlık, haset ve eski hesaplardan kaynaklanan bu akım, ilerde bir Türk MacCartysm’ine dönüşürse, kimse şaşırmasın.
Gelen işaretler o yönde.
Gün geçmiyor ki, bir köşeden, bir sayfadan, bir televizyon ekranından, "Onu da alın, şunu da içeri tıkın, şunun sırtına da bir belge yapıştırın" gammazlıkları saçılmasın.
* * *
Düşünüyorum, kendine gazeteci, köşeyazarı diyen bir insan, böyle bir gammazcılığı kendine nasıl yedirir?
Bu yazıların ilerde, alınlarına kara leke olarak yapışacağını hiç mi düşünmez?
Kin, nefret, öfke, kıskançlık, haset bu kadar mı habis bir tümördür.
Bir yazar, bir düşünür, nasıl olur da, bir başka yazarın sırtından, kanından, etinden bu kadar medet umar.
Böylesine asalak bir ruhu kendine uydurur?
Dalton Trumbo, yıllarca takma isimle yazmak zorunda kaldı.
Kalemini hep tebdilikıyafet gezdirmek zorunda bırakıldı.
Ama şerefli bir insan olarak öldü.
Aradan yıllar geçti, uzaklarda, çok uzaklarda bir insan, onu bu meziyetleri ile hatırladı.
O meziyetleri üzerine bir yazı kurdu.
Gammazlandı, ama kimseyi gammazlamadı.
O yıllar geçip gittikten sonra, intikam ve nefret duyguları ile kimsenin yakasına yapışmadı.
Onları utançları ile baş başa bıraktı.
O, hálá Dalton Trumbo.
MacCarthy ise dünyanın her yerinde her gün nefretle anılan bir insan oldu.
Gammazlamak, insana geçici tatmin duyguları verebilir, geçici zaferler kazandırabilir.
Ama miadı çabuk dolar.
Gammazlanmak ise, insana ıstırap verir, hayatını karartır.
Bazen geride hiç iyileşmeyecek ölümcül yaralar bırakabilir.
Ama düşüncelerinden, yazdıklarından dolayı gammazlanan insanlar, bir gün mutlaka geri dönerler.