12 Eylül’de cezaevi kapısına kadar gitmiştim. Rahmetli Bülent Ecevit askeri yönetim tarafından hapse atılmıştı. Ben de onun çıkardığı Arayış dergisinde yazıyordum. Üç ay yatıp çıkarken, kapıda onu karşılamaya gitmiş, ama içeri girememiştik. İç karartıcı bir yerdi. Fenerbahçe Kulübü Başkanı Aziz Yıldırım’ı uzun süredir ziyaret etmek istiyordum. Önceki pazartesi günü savcılık izin verdi ve ziyarete gittim. * * * Önünden kim bilir kaç defa geçtiğim bu binanın dışını gayet iyi tanıyorum. Ama içini ilk defa görecektim. Bariyeri geçtikten sonra, yan yana gişe gibi yerler bulunan bir bölüme giriyorsunuz. Her gişenin önünde gözbebeği okuma cihazları yerleştirmişler. Orta kısmında çok dar ve küçük bir ayna var. Gözlerinizi, o aynanın içinde görmeye çalışıyorsunuz. Bu arada dijital bir ses, “Biraz öne yaklaşın” veya “Biraz arkaya çekilin” diye size yardımcı oluyor. Sonunda gözbebekleriniz fiksleniyor ve parmak izi alınır gibi, gözbebeği izleriniz alınıyor. O andan itibaren, binanın içinde geçerli olacak kimlik kartınız, dijital bir gözbebeği oluyor. * * * Cezaevi deyince aklıma ve gözüme “Geceyarısı Ekspresi” olmasa da, onun“Gardiyan” tipi geliyor. Bıyıklı, göbekli, kötü bakışlı, asker ve polisinkinin yanında pejmürde kalan, kahverengi bir üniforma... Nereden bakarsanız bakın, kötü ve karanlık bir tip... Oysa daha girişten itibaren kafanızdaki bu imaj yıkılıyor. Genç, iyi görünümlü, bilgisayar kullanan, saçları düzenli taranmış, modern insanlar görüyorsunuz. O kahverengi pejmürde kıyafet gitmiş, yerine koyu lacivertle siyah arasında düzgün bir üniforma gelmiş. Hadi bunlar yeni nesil gençler, yani tiplerinin değişmiş olması normaldir diyebilirsiniz. Ama yönetici durumundaki bir önceki nesilden görevlilerin görüntüsü de değişmiş. Kısaca, cezaevinin, en azından “ön bürodaki” mostrası çok daha modern. Buna karşılık, cezaevinin nizamiye denilen, yani dışarıdaki insanların her gün gördüğü girişinin görüntüsü, Ecevit’i ziyarete gittiğim 30 yıl öncekinden farklı değil. * * * İki göz kontrolünden sonra, ara bölüme geçiyorsunuz. Artık, tutuklu ve mahkûmlarla aranızda sadece bir demir parmaklık kalıyor. Onun ötesi, “kodes”... Orası da çok değişmiş. Yerler tertemiz. Duvarlar boyalı... İlerdeki koridora bakıyorum, orası da temiz görünüyor. Kapalı görüşmenin yapıldığı mekân iyi düzenlenmiş. Her koğuşta en az 7-8 görüşme hücresi var. Aradaki cam ses geçirmiyor, telefonla konuşuyorsunuz. Görüntü, Amerikan filmlerinde gördüğümüzün aynısı. O an başka bir şeyi fark ediyorsunuz. Asker ve polis dışarıda geziyor. Onları görüyoruz, dolayısıyla asker ve polisteki değişimi fark edebiliyor, Yunus’ların façasının ne kadar modernleştiğini kendi gözümüzle görüyoruz. Ama cezaevleri kamuya kapalı alanlar. O nedenle oralardaki değişimi fark edemiyoruz. Oysa orada yepyeni bir jenerasyon göreve gelmiş. Tabii Metris Türk cezaevlerinin “show room”u sayılabilecek bir yer. Gözden uzak cezaevlerinde durum nedir bilmiyorum. Bir de cezaevlerinde hayat, sadece buradan ibaret değil.. Görmediğimiz başka yerlerde hayatın hiç de kolay olmadığını okuyoruz, dinliyoruz. * * * Görüntü iyi, ancak çalışan insanların büyük sorunları var. Dışarı açılamadıkları için, kendi PR’larını (halkla ilişkiler) kendileri yapıyorlar. Sorunlarını bir liste haline getirip bastırmışlar. Görüşe gelen tutuklu ve hükümlü yakınlarına veriyorlar. Ben de bir tane alıyorum. Uzun bir liste... Aşağı yukarı aynı işleri yaptıkları halde, polisin aldığının neredeyse yarısı kadar maaş alıyorlar. Kabul edelim ki, yaptıkları iş çok meşakkatli. Sadece devlet değil, toplum da kulak vermeli...