Paylaş
Çok sevindim.
Çünkü Amr Şalakani, bir yandan bize oradaki hareketi anlatıyor, bir yandan da tartışmayı sürdürüyor.
Önce seviyeli cevabı nedeniyle kendisine bütün kalbimle teşekkür ediyorum.
Demek ki onlar Türkiye modelini örnek alırken, bizim de onlardan alınabilecek bir tartışma modelimiz varmış.
İkinci olarak kendisine şu samimi duygularımı iletmek isterim.
Kalbim, onlarla birliktedir.
Şimdi gelelim, bu tartışmanın ikinci turuna...
* * *
Mısırlı arkadaşımız verdiği cevapta şöyle çok ilginç bir yorum yapıyor:
“Cami, Türkiye’de başka, Mısır’da başkadır. Türkiye’de çok politikleşmiş, sosyal hayattan kopmuş, koptukça da biraz ciddileşmiş bir cami kültürü var. Burada öyle değil. İnsanlar camilerde takılır. Namaz kılmadan da takılır bazen. Daha bir hayatın içindedir.”
Medine’de ve Kudüs’te camilerde yan gelip yatmış, gazete okuyan, sohbet eden, hatta sigara içen insanlar görmüş ve şaşırmıştım.
Ama Şalakani’nin yazısındaki şu cümle beni yine de şaşırttı:
“Türkiye’deki camiler çok politikleşmiştir...”
Demek ki, Türkiye’deki camiler “Dışarıdan” böyle algılanıyor.
Peki o zaman ben “Camiden kalkan demokrasi treninin son durağının neresi olacağını bilemiyorum” derken haksız mı oluyorum?
O yazımla ilgili Türkiye’de çıkan eleştirilerin üslubu daha sertti.
“Haber Türk” Gazetesi yazarı Nihal Bengisu Karaca, söylediklerimi, “insanların ibadetlerine sahicilik testi uyguladığım” şeklinde yorumlayarak, böyle bir şeye nasıl “cüret ettiğimi” sorguluyor.
Hangi konuda olursa olsun kimseye “sahicilik testi uygulamak” haddime düşmez.
Ama müsaade edin de aklımdaki soruyu sormaya cüret edebileyim.
Buna karşılık, Bengisu’nun yazısında da çok ilginç bir nokta var.
“Asıl olan, dinin adalet ve özgürlük arayışları açısından hakiki bir referans kaynağı olmasıdır. Arızi olan ise, bu arayışlara geçici olarak cevap veren yöneticilerin aynı din üzerinden iktidarlarını meşrulaştırmaya girişmesi ve dini despotluğa alet etmesidir.”
Zaten son zamanlarda, Türkiye’de de “otoriterleşme” konusundaki endişeleri dile getirmiyor muyuz?
* * *
Dün, Nuray Mert de Milliyet’teki yazısında İslam’la gelen demokratikleşmenin sapması konusuna değinmiş.
“İslamcı siyasetlerin temel sorunu, demokratik bir çerçevede siyasal tartışma ve yarışa katılma anlayışını daimi olarak benimsemek yerine, bunu iktidar devrinin bir aşaması olarak görmeleridir” diyor.
Yani Nuray Mert şunu söylüyor: Siyasi İslam iktidara gelinceye kadar demokrasiyi savunur. Ama iktidarı ele geçirince unutur, despotlaşır.
Herhalde kafasındaki örnek, Türkiye’de yaşadığımız “otoriterleşme” sorunu.
Ben de bu yüzden “camide başlayan” cicim aylarının ne kadar süreceğini merak ediyorum.
Mısır uzmanı değilim. İslam uzmanı da değilim.
Ama siyasal İslam’ın “otoriterleşme” sorununun kendi ülkemde de endişe verici örnekleriyle yaşıyorum.
Yani, bir “sahicilik testi” söz konusu ise, bunu işte tam bu noktada yapmalıyız.
Demokrasi bizim için de, Mısır için de, “nihai bir hedef midir”, yoksa bazılarını, kendi “gideceği yere kadar götüren” bir tren mi?
Ben bu sorunu, Bengisu gibi “arızi” bir şey olarak görmüyorum.
O nedenle Mısır, Türkiye’yi örnek alsın ama hazır tartışma başlamışken, biz de şu trenin ikinci, üçüncü ve son istasyonlarını, yani otoriterleşme konusunu açmaya “cüret edebilelim”.
Yani siyasi İslam’ınki “ihtiras tramvayı” mı, yoksa “demokrasi treni mi” konuşalım.
* * *
Netice olarak, Tahrir Meydanı’ndaki arkadaşımıza, seviyeli cevabı için tekrar teşekkür ediyorum.
Kafa yapılarımız, geldiğimiz yerler itibariyle baktığımda görüyorum ki, ikimiz de aynı trendeyiz.
Umarım, bindiğimiz trenler bizi ve çocuklarımızı daha demokratik, daha özgür, daha çoğulcu, daha hoşgörülü istasyonlara götürüyordur.
İlk taşı atacak günahsız nerede
POSTA Gazetesi yazarı Candaş Tolga Işık’a karşı yürütülen kampanyayı içim burkularak izliyorum.
Oktay Bey’e yapılanı da öyle izlemiştim.
Türk basınında bir “recm aşireti” oluştu.
Pusuda bekliyorlar.
Kızdıkları bir medya grubundan bir meslektaşları hata mı yaptı?
Hep birlikte üzerine çullanıyorlar.
Ülkenin başbakanı, siyasetçisi hatta kendisi istediğine ağzına geleni söylüyor.
Etmedik hakaret bırakmıyor.
Ama bir meslektaşları hata yapınca, hepsi anında cellat kesiliyor.
Nedir bu hoşgörüsüzlük, bu gaddarlık.
Genç, başarılı, mesleğinde yükselecek bir gazetecinin bir defalık “joker” hakkı yok mu?
Bir gün sizin de dilinizin sürçebileceğinden, sürçmese de yanlış anlaşılabileceğinizden hiç mi endişe etmiyorsunuz?
Yaptığı ciddi bir hataydı. Özür diledi. Hem de ağır ve samimi bir pişmanlık duygusuyla özür diledi.
Eminim bu hatayı hiçbir zaman unutmaz.
Bundan sonrası artık mesleki bir recme girer ki, aramızdan ilk taşı atacak günahsızı bulmamız da zor olur.
Paylaş