Paylaş
Lecce’de bir pazar sabahı kalktım.
Kilisenin arkasındaki küçük bir kafede, harika İtalyan müzikleri çalıyordu...
Lecce’nin yerel radyosu...
Queen Italia...
***
Tek başıma sabah kahvemi içerken, Tansu’nun iki-üç gün önce gönderdiği bu fotoğrafa takıldım.
Yıl 1973...
Kuşadası... Kadınlar Denizi...
Kucağımda Gülümsün...
Ve ayağımda sandalet...
Çok hoşuma gitti... Kalktım, çarşıda ilk gördüğüm ayakkabıcı dükkânından bir çift sandalet aldım.
Otele döndüm. Ayağıma dar blucinimi geçirdim. Kapalı V yaka bir tişört...
Üzerine kolları kıvrılmış bir gömlek...
Slim fit tabii...
İnternetten Queen Italia’yı buldum.
Ornella Vanoni çalıyordu. “l’Appuntamento”...
Aynaya baktım.
Kendimi beğendim ve sokağa çıktım.
Fotoğrafa bir daha baktım... Sandaletlerimle aynı şekilde yürümeye çalıştım.
Üzerimde 10 kilo fazla var.
Bir de 40 yıl...
Yine de “That was a good life” dedim...
Kim bilir kaçıncı defa, kaç bininci defa dedim...
Gerçekten güzel yıllardı...
Her şeye değer bir hayattı...
Güzel bir hayat...
***
Arkadaşlarım, sandaletlerimi hiç beğenmediler.
Bazıları “Turiste benzemişsin” dedi...
Tekrar aynanın karşısına geçtim...
Bir daha baktım...
Yanlış sandalet almışım. Altları çok kalındı ve kaba duruyordu.
1972’de Bodrum’da rahmetli Ali Güven’e yaptırdığım, fotoğraftaki sandaleti hatırladım.
Netice, şimdilik altı kalın sandaletlerimi giymeye devam ediyorum.
Kendimi iyi hissediyorum.
Bırakabilmek, kopmak, “Let it go, let it be”, “Boş koy gitsin” diyebilmek harika bir şeymiş...
Bu yaşımda postmodern bir faşizm, metastaz yapan hücreler gibi üzerime abanırken, boşverebilmenin en şanlı direniş olabileceğine inanmaya çalışıyorum.
***
Bir şeyi fark ettim...
Bu boşvermişlik, çakralarımı sonuna kadar açıyor. Üçüncü gözüm faltaşı gibi...
Yepyeni kavramlar, yepyeni haller, yepyeni meydan okuma biçimleri keşfediyorum.
Hollywood’un ve Silikon Vadisi’nin hayal dünyasında geçirdiğim
hafta içinde aklımda kalan en güzel kelime “Cameo” oldu...
“Cameo”, süperstarların bazı filmlerde küçük yan rolleri oynamasına deniyor.
***
“Yan rolleri oynamak...”
Yani başrolden vazgeçebilmek...
Egonun kendi kendini terbiyesi...
Bir numaralı starken, üç, dört hatta beş numaralı starların, hatta star olmayan başrol oyuncularının yanında küçük bir rolü kabullenmek...
Ve iştahla oynayabilmek...
Mütevazılık stajı mı... Sahte bir alçakgönüllülük mü...
Ucuz sandaletlerime terfi etmeyi beklerken hiç böyle düşünmüyorum.
***
Anaheim’ın, hepsi Disneyland’a açılan geniş yollarında ayağımda sandaletler, tek başıma yürürken, “cameo”luğu düşündüm.
Hayatım boyunca, hep kendi yarattığım kahramanların peşinden yürüdüm.
Kendi yazdığım senaryoların, kendi çektiğim filmlerin, kendi yazdığım kitapların başrol oyuncusu oldum.
Fark ettim ki, sandaletler, benden yeni bir kahraman yaratıyor...
40 yıl önceki bu fotoğrafta gördüğüm genç adam gibi bir kahraman...
İşte o duygular içinde şunu da fark ettim ki, “cameo”luk, gerçek bir
başrol oyuncusunun yükselebileceği
en yüksek rütbe...
Hayatımın son 6 yılında hep olağanüstü bir filmin başrolünü oynamaya çalışmışım...
Başaramamışım... Becerememişim, yüzüme gözüme bulaştırmışım.
Belli ki, bir şeylerim yetmemiş, eksik kalmış...
Oysa hayatın arka sokaklarında,
ara yollarında, hatta çıkmaz
sokaklarında, insanı çok daha mutlu edecek yan roller varmış...
Keşke baştan onlara talip olsaymışım...
***
Sandalet ve cameo...
O an karar verdim...
Hayatımın geri kalan kısmında, bu harika yan rolleri oynayacağım...
İyi bir başrol oyuncusu olamadım...
Ama inanıyorum ki olağanüstü bir cameo olacağım...
Paylaş