Bu fotoğrafı çeken yeğenimin hikâyesi

OMZUNDAN hiç indirmediği bir torbası var. İçinde telefonu, güneş gözlüğünün kılıfı ve birkaç kitap...

Haberin Devamı

Bu fotoğrafı çeken yeğenimin hikâyesi

Akıllı telefonu, onun dünyaya hangi gözlerle baktığını anlatan en güzel duyu organı haline gelmiş.
* * *
Masada karşıma oturdu ve fotoğrafımı çekmek istediğini söyledi. Hayatı poz vermek ve poz verdirmekle geçmiş bir insan olduğum halde, duygularım karıştı.
Objektife nasıl bakmam gerektiğine karar veremedim.
* * *
Onu doğduğu günden beri tanıyordum...
Her gördüğümde nasıl baktıysam öyle bakmaya çalıştım...
Hangi duyguydu beni yönlendiren...
Acı mı, endişe mi...
Kendimi mi düşünüyordum, yoksa onu ve annesini mi...
Onun büyük dayısıydım ama hep annesi gibi bakmaya çalıştım...
Annesini taklit etmeden, tıpkı onun gibi bakabilmeyi...
Sevgiyle yani...
Koruyucu bir sevgiyle...
Bir süre bekledi.
Belli ki, yüzümün belli bir anını bekliyordu...
Bekledi ve tuşa sadece bir kere bastı...
Gördüğünüz bu fotoğraf, işte o beklediği anın görüntüsüdür.
* * *
Onun gördüğü neydi, sizin ve benim gördüğüm nedir, aynı şey midir bilmiyorum.
Ama ben bu anı çok sevdim.

Haberin Devamı


Onun için ‘zihinsel engelli’ diye yazsam rahatsız olur musun

Bu fotoğrafı çeken yeğenimin hikâyesi


BU fotoğrafı küçük yeğenim Ali Şölçün çekti.
Ali, teyzemin kızı Ayşe Gürel’in tek çocuğu...
“Zihinsel engelli bir çocuk” olarak dünyaya geldi.
Annesine, “Ali’nin çektiği fotoğrafı yazmak istiyorum. Seni rahatsız eder mi” diye sordum.
“Tam aksine çok sevinirim” dedi...
“Onun özel durumu için ne dememi istersin” diye devam ettim.
“Zihinsel engelli diyebilirsin” cevabını verdi.
“Bu seni ve onu rahatsız etmez mi” dedim...
“Tam aksine, bu bilinsin ve insanlar bunu normal karşılamayı öğrensin isterim” dedi.
Ali 1978 yılında Ankara’da doğdu.
Üç buçuk yaşındayken annesi ve babası ayrıldı.
Dört yaşında “zihinsel engelli” tanısı kondu.
15 yaşına kadar annesi ile yaşadı.
O yıl, hayatına, hem sevecen bir baba, hem arkadaş olarak Taner girdi.
Ali Ankara’da Bilkent’te normal okula gitti...
Tabii kolay olmadı.
Ama onun hayatını asıl değiştiren kurum, “Zihinsel Yetersiz Çocukları Yetiştirme ve Koruma Vakfı”nın Gölbaşı’ndaki harika okulu oldu.
Ali fotoğraf çekmeyi o okulda öğrendi. Annesi ÖSYM’de çalışıyordu.
ÖSYM Başkanı rahmetli Altan Günalp onunla çok ilgilendi.
Ali, bir süre ÖSYM’de ofis görevlisi olarak çalıştı.
Annesi emekli olunca Urla’ya yerleştiler.
Ali’nin artık evin bahçesinde kendine ait bir küçük evi var. Beslenme, giyinme, temizlik, tıraş gibi özel bakımını kendi yapıyor.
Evin günlük ihtiyaçları ile kendi hobilerine ait alışverişi yapıyor.
Kontrollü olmak kaydıyla şehir içi ulaşımını gerçekleştiriyor.
Engelliler Federasyonu’nun düzenlediği yüzme yarışlarında kazandığı madalyaları var.
Kedileri ve köpekleri çok seviyor.
Komşularla ilişkileri çok sıcak...
Böyle bir sevgi ortamında, kendi başına yaşıyor Ali...
Ona 1970’li yılların sonunda Fransız şarkıcısı Pierre Perret’nin çocuklar için yapılmış bir LP’sini hediye etmiştim.
Hâlâ o hediyeye büyük
bir duyguyla bağlı. Sonraki yıllarda aynı plağın CD’sini aldım ama vinil plağın hatırası çok güçlü kaldı.

Haberin Devamı

Küçük bir Temple Grandin hikâyesi

ALİ işte bu sıcak sevgi ortamında fotoğrafçılığını geliştirdi.
Urla Dostluk Derneği’nin Avrupa Birliği projesi çerçevesinde kişisel bir fotoğraf sergisi açtı. İnsanlara ve objelere, farklı bir gözle bakıyor.
Sevginin en kendi haline bırakılmış anını müthiş bir içgüdüyle bekliyor...
İnsan yüzündeki sevginin avcısı Ali...
Annesi Ayşe ile birlikte büyüdük. Ayşe’nin babası Hamdi Özkök dayım, babamı Bulgaristan’dan Türkiye’ye getiren insan.
Babam Türkiye’ye onunla gelebilmek için Rodop olan gerçek soyadını, Özkök’e çevirtmiş.
Ayşe bütün göçmen ailemizde çok büyük saygıyla gönlümüze bastırdığımız kardeşimizdir.
Amerikalı hayvanbilimci Temple Grandin’in hayatını okuduğumda ve filmini seyrettiğimde Ayşe’yi hatırladım.
Grandin’in annesi otizm sendromlu kızını okutmak için büyük bir mücadele vermişti...
Ve kazanmıştı...
Ali’nin çektiği fotoğraflara bakarken de, Temple Grandin’i hatırladım.

Haberin Devamı


Suya düşen ağustosböceğinin hayata asılma savaşı

TANSU dün sabah yüzerken, çok yakınında kanat çırpınışı gibi bir ses duymuş.
Biraz bakınca bunun suya düşen bir ağustosböceğinin ıslanmayan kanadı ile çıkardığı ses olduğunu anlamış.
“Kurtarmak için elime aldığımda, öyle bir sarılışı vardı ki, anlatamam” dedi...
Hayata asılmak bu...
* * *
Yıllar önce Hürriyet’te anne karnından henüz çıkan bir bebeğin, doktorun parmağına sarılmış küçücük elini manşet yapmıştım.
Hayata asılmak...
Her şeye rağmen asılmak...
Ali fotoğraf çekerek hayata asılıyor...
Sırtından eksik etmediği torbası ile dünyaya kendi gözleriyle bakıyor...
İfade sıkıntısı var...
Onun en güzel dili, artık gözleri ve objektifi...
* * *
Bayramın birinci günüydü...
Annem ayaklarındaki ağrılar nedeniyle artık rahat yürüyemiyor.
Saçlarını kestirdi ve boyamayı bıraktı...
Harika bir gümüş renk dünya güzeli annemizi sanki bize daha da bağladı.
Dört kuşak yanındaydık...
Ve Ege, bize hayata asılmanın ne kadar güçlü ve güzel bir duygu olduğunu anlatıyordu...
* * *
Dün bir arkadaşım, “Sezen’in sevdiğin şarkılarını yazarken, ‘Kalbim Ege’de kaldı’yı unutmuşsun’ diye mesaj attı...
Unutmadım...
Kalbim, hayata hep asıldığım burada zaten...
Hiçbir yere gitmedi...
Beni hayatın en güzel duygularına bağlayan hiçbir şeyi unutmadım...
O yüzden Sezen şarkılarının başına “Unuttun mu beni”yi yazdım.
Ben hayatı unutmuyorum...
Hayat da beni unutmasın istiyorum...
Hiç unutmasın...

Haberin Devamı


* * *
NOT: Dün Sezen Aksu yazımda kullanılan fotoğrafları çekenin kim olduğunu yazmayı unutmuşuz.
O gün tek kişiye fotoğraf çekme izni verilmişti. O da eski bir Hürriyet çalışanı olan Mehmet Çağlarer’di.
Bu ihmalim için özür diliyorum. O harika fotoğrafları Mehmet Çağlarer çekti.

Yazarın Tüm Yazıları